22 Şubat 2010 Pazartesi

Futbol ≠ Ayak Topu


Dün akşam 2010 yılının ilk derbisi vardı. Beşiktaş Galatasaray'ı konuk etti, 1-1 berabere kaldılar.
Diğer bütün maçların geniş özetlerini izledim televizyonda...
Bugün Fenerbahçe Bursaspor maçı var onu da izleyeceğiz ve bu hafta kapanacak. Ondan sonra salı çarşamba ve perşembe Avrupa kupası maçları var... Soğumadan Trabzon Antalya'yı konuk edecek...

Bu hafta iyi futbol yaptı be!

Neyse... Kıyaslama imkanımız hep var, olacakta... Derbi derbi değildi. Futbol oynanmadı fazla. Diğer maçlara baktım, sonuç aynı... birileri topu havalandırıyor, Hakan Şükür'ün içeride olduğu varsayılıyor ve dua ediliyor.

Ya şu futbolu havadan oynamayın diyorum... Sadece ben demiyorum... Bakın Brian Clough ne demiş:

Tanrı futbolun havadan oynanmasını isteseydi, gökyüzünü çimle kaplardı...

Hey Brian'ıma...

Bizim Buralarda Hep Futbol Takımları Tutulur


Bizim ülkenin ahalisi ilginçtir. Futbol neredeyse ata sporudur, biraz antropolojik araştırma yapılsa futbol Orta Asya'da Türkler tarafından icat edilmiştir. Futboldan anlamayan adama biraz yan gözle bakılır ama gelin görün ki herkes aynı takımı tutar.

Orta Anadolu'muzun güzide şehri Kayseri'ye gidersiniz, ki Kayserispor Türkcell Süper Ligi'ndedir, yoldan geçen birine "Kardeş hangi takımlısın?" diye sorarsınız, "Galatasaray" der. "Peki ama Kayserispor'u tutmuyor musunuz?" diye üstelerseniz "Gayseri'yi de tutuyoruz canım." der.

"Anneni mi yoksa babanı mı daha çok seviyorsun?" sorusunun futbol muadili olan soruyla gönülleri mutlu etmeye çalışırsınız sonra, "Peki Kayseri ile Galatasaray oynadığında hangisini destekliyorsun?"

Cevap önemli değil, bu soru soruluyor ya hazin olan o...

Bizim ülkenin ahalisi ilginçtir... Futboldan herkes ziyadesiyle anlar. Futbol aslında topu alıp ileriye koşmak ve gol atmak durumudur bizim ülkede, kahvede ve tribünde futbol izlerken en çok duyacağınız küfürsüz söz bir ikilemedir "Yürü yürü!!!" Ama bizim ülkenin ahalisi çok ilginçtir herkes aynı takımı tutar...

Hemen herkes Barcelona'yı destekler... Sebebi bellidir sorduğunuzda. "Onlar Katalunya'nın temsilcileri"

Sanırsınız İspanya iç savaşı hakkında kitaplar evlerimizin kütüphaneleriniz süsler. Franco dendiğinde akan sular durur bir küfür sallanır, zannedersiniz cumhuriyetçilere kağnılarla top mermisi taşımışızdır...

Bir grupta Liverpool hayranıdır, KOP tribünlerinden söz açılır, You Will Never Walk Alone söylenir. İşçi sınıfının takımıdır Liverpool...

Zannedersiniz bizim ülkede işçi hakları için sokaklar arşınlanmakta, ana arterlere barikat kurulmaktadır. Zannedersiniz işçiler genel greve gidebilmektedir...




Bir güzide topluluğumuz Celtic taraftarıdır. Neden; ezilen fakirlerin kurduğu kulüptür, Protestan-Katolik çekişmesinde önemli yerdedir, İskoçya'daki İrlandalıların kurduğu takımdır mazlumun tarafı tutulmalıdır.

Zannedersiniz bizim buralarda mazlumun hep yanındayızdır, zannedersiniz bizler o zavallı druidlerin neler çektiğini herkesten iyi bilmekteyizdir. Öyledir ki herkes Thomas More'u tanır bizim buralarda...

Ama Barcelona formasına reklam almıyor. O formadaki NIKE amblemi Joan Laporta'nın imzası zaten.
Ama Celtic Katolik... Arkadaşım sen katolik kızıyla evlenirken müslüman yapmıyor musun? Arkadaşım senin alevi futbol takımın olsa ne diyeceksin?
Ama Gerrard çok efendi adam... Senin ağzına ağzına abanırım futbol topuyla...

Geçen sene ManU-Barça Şampiyonlar Ligi finalini izliyoruz. Bizim buralarda bir arkadaş var, o gece deli gibi Barcelona'yı destekliyor. "Nedir?" dedik, "Ben aslında Real Madrid'i tutuyorum onun için bu gece Barcelona'yı destekliyorum" demişti.
İnönü Stadı'nı bilmeyenler için söyleyelim İber yarımadasında Real Madrid'i destekliyorsan Barcelona'yı tutamazsın kral Juan Carlos yasakladı. Barcelona'yı destekliyorsan Real Madrid'i destekleyemezsin adamın üstüne boğaları salarlar. Ama o arkadaşımız samimiydi, iyiydi, niyeti belliydi: Güçlü olanı tutmak istiyordu. Samimiydi... Destekliyorum seni arkadaşım.

Bizim buraları ilginç yerler... Sanırsınız ligimiz adı gibi süper bir lig, sanırsınız her kupaya banko katılıyoruz, sanırsınız futbolun beşiği ülkeyiz. Bizim buralarda hep güçlü olan tutulur. Ama futbol tutulmaz...

14 Şubat 2010 Pazar

Sevgililer Günü Özel-3


Çok ağrıyan dişin ağrısını hafifletme, hatta giderme yöntemleri #556

Diş ağrısı değil bu, düpedüz ağız ağrısı... Ağız komple ağrımakta...
Durum şöyle oluştu...

Bir gün önce yaptırılan kanal tedavisi (benim kanallar da Venedik gibiymiş mübarek bir saat uğraştı adam, bir ara motorlu testere kullanmaktan bahsetti) sırasında yaptırılan uyuşturucu etkisiyle ısırılan dudak ve dilin ağızda oluşturduğu müthiş ağrı esnasında eve yollanmak, nuh tufanından kurtulan bir kaç kitaptan biri olan tozlu sağlık ansiklopedisini almak ele, diş ağrısı bölümünü açıp hayretler içinde şaşa kalmak...

Diş ağrısını unutma yöntemleri; Sevgilinizle sevgililer gününde kavga edin... Böylece ağrıyı artık hissetmeyeceksiniz.

Sevgililer Günü Özel-2


Alttaki yazıyı okuyup, "Abaza olanlar zaten Sevgililer Günü'ne kıldır hafız" diyen siz sayın seyirciler için Melike Demirağ'dan geliyor...

Sevmek bir ömür sürer
Kavuşmak bir dakika
Sevişmek bir ömür sürer
Boşalmak bir dakika...

Sevgililer Günü Özel


"Kapitalizmin bize direttiği bir gün daha..." ya da "Aslında bir hıristiyan bayramı..." gibi argümanları bir kenara bırakalım...

Aslında 15 şubat bir pagan bayramı, yaşantısı belli kurallar çerçevesinde belirlenmiş yaşayan özellikle genç nüfus bu 15 şubat günlerinde bir yerlerde toplanır ve kurayla belirledikleri insanlarla beraber olurlarmış, sonucu genelde evlilikle bitermiş bu beraberliklerin. Ama İseviler paganların kökünü kazımaya ant içtikleri için bir yol yordam bulup bu bayramları yok etmeye çalışmışlar. İlk atakları da 14 şubat artık St. Valentine günü olsun demişler. Hedef "Bunlar 14 şubatta içip içip yorulurlar 15 şubatı kutlamaya takatleri kalmaz nasıl olsa" imiş. Ama ne yazık ki paganlar gerizekalı olduğundan konuya tam vakıf olamamışlar ve "O! hacı iki gün üst üste ne içilir be!" nidalarıyla ortamın balını kaymağını emmişler...

Üzgündürler ama kitaplarında savaşmak emredildiği için İseviler bir kaç paganı yaktıktan sonra 15 şubat yavaş yavaş ortadan kaybolmuş. 14 şubatta Sevgililer Günü olarak ortaya çıkmış.

Ulan İtfaiye Haftası daha iyi, Orman Haftası daha şahane, Trafik Haftası daha anlamlı... Sevgililer Günü ne demek?

Ben bugünü kendime bir pagan bayramı olarak ilan ettim. İsa'nın yandaşları tarafından öldürülen onca pagan için, Kelt için içiyorum...

İçiyorum aşkın şarabını beğeniyorum elin paganını...

12 Şubat 2010 Cuma

Anılar-4

Senelerden 96. Ankara’dayız. Kara şehir, bizi ayakta tutan alkol ve muhabbet… Okula gitmediğimiz zamanlar (ki hayli fazla) çıldırana kadar muhabbet ediyoruz. O kadar. Boş adamız yani.

Tenedos diye bir kafe vardır, hala var mı bilmiyorum, Kocatepe camisinin karşısında, güzel canlı müzik yapılıyor akşamları ama alkolün olmadığı bir yer, sadece kanyaklı bir kahveleri var o da gereksiz pahalı ve bir insan kaç tane kahve içebilir ki müzik dinlerken. Biz şarkı aralarında karşı bakkala gidip bira içiyoruz hızlı hızlı, rezillik paçalarımızdan akıyor yani.

Neyse efendim, Tenedos’ta çeşitli gruplar çıkıp müzik yapıyorlar, enfes… Bir akşam gene Tenedos’a gidilecek, ben ve Kerem Beyit “Biz gelmeyeceğiz bira içeceğiz” dedik ve ayrıldık gruptan. Ayrılmaz olaydık. Ertesi günkü buluşmamızda “Siz salaksınız oğlum! Manyak bir grup çıktı dün akşam inanılmaz müzik yaptılar. Salaklar bira içeceğiz diye gelmediniz. Malsınız siz” gibi serzenişlere maruz kaldık. “Ulan ne grupmuş be, salak olduk durduk yerde. Sanırsın Pink Floyd’u kaçırdık” dedik bizde tabi erkekliğe pislik bulaştırmamak adına. “Oğlum Asiaminör diye bir grup çıktı inanılmazlar. Siz hakikaten salaksınız. İki karı göreceğiz diye…” devam edip gitti konuşmalar. Biz de utandık, sıkıldık. Asiaminör o zamanlar yeni başlamış müzik hayatına kimse tarafından tanınmıyor. Tanıyan tanıyor tabi ama biz değil. Adamların gerçekten dehşet müzik yaptığını bilmiyoruz biz yani.

Bir kıskanma durumu yok tabi ortada ama arkadaş bir insan sürekli Asiaminör’den bahseder mi? Ortama bir kız geliyor, bunlar başlıyor “Asiaminör şöyle güzel grup, böyle güzel çalıyorlar, inanılmaz, enfes, dinlerken kendimden geçtim, ruhum dinginleşti” falan derken kızları ablukaya alıyorlar. Kızlarda bunların ağzının içine düşüyor arkadaş. Biz Kerem’le kafaları yiyoruz tabi. Bir Asiaminör bir insanın moralini bu kadar bozabilir yani… Derken gazetede çat diye o sayfa çıkıyor karşıma. Asiaminör İXİR barda… “Tamam” diyorum Kerem’e, “Bulduk Asiaminör’ü. Cuma akşamı İXİR’e gidiyoruz.”

İxir Reşit Galip’te kalburüstü bir mekan. Zaten bir bar Reşit Galip’te ise pahalı olduğunu biliyoruz. Sakarya’dan en fazla Tunalı’ya giden bizler için gidilen bir yer değil yani, ama gideceğiz hem para mühim değil.

Para mühim değil çünkü ben ve Kerem o zamanlar bizim topluluğun en iyi kazanan iki adamı. Ben özel ders veriyorum ortaokul öğrencilerine, Kerem’de bir yerlere bir şeyler çiziyor. Her hafta Cuma günleri paramızı alıyoruz, zamanlama mükemmel yani. Biz çarşambadan başladık bizim gruba havayı basmaya. Kerem, “Biz hasadın parasıyla gönlümüzü hoş edeceğiz Cuma günü. Sizin gibi kanyak kahve içerken değil, viskimizi yudumlarken dinleyeceğiz Asiaminör’ü” diyor ben de “Whisky on the rocks” diyorum… Nasıl mutluyuz anlatamam.

Cuma oldu efendim biz çekmişiz gömlekleri, önce biraz bira içtik Sakarya’da ardından dönerlerimizi yedik, bir kısmet çıkar diye de soğansız yiyoruz dönerleri, sonra çıktık yola, Reşit Galip’e gidiyoruz.

Şöyle betimleyebilirim gittiğimiz mekanı, barın kapısına geliyorsunuz, zili çalıyorsunuz, kapının üzerinde küçük bir pencere açılıyor, adam sizin kılığınızı kıyafetinizi beğenirse içeri alıyor. Aynen girdik biz içeri sağlıklı bir şekilde. Hemen garson yanaştı yanımıza, “Randevumuz var mıydı efendim?” dedi, “Yok” dedik biz haliyle “O zaman sizi bara almak durumundayım efendim, masalarımız dolu canlı müzik var çünkü” dedi. “Tabi efendim ne demek” dedik, oturduk bara. Tamam iyi para kazanıyoruz dedik ama öyle bir ücret tarifesi yok hani. Şu günün kurunda bira 15 lira falan. Bırakın whisky on the rocks falan birayı yudumlayarak içiyoruz. Ama önemli değil, takmıyoruz kafamıza çünkü Asiaminör dinleyeceğiz, Uygarlar, Boralar çenelerini kapatacaklar.

Bir müddet sonra Asiaminör sahne aldı, alkış kıyamet kopmadı tabi, ortam çok elit çünkü herkes masalarında “pıtpıtpıt” diye alkışlıyor grubu, bizde öyle yaptık tabi. Sahnede bir hammond organ var, bir kontrbas bir de bayan bir solist. Güzel caz müzik yapmaya başladılar bizde keyifle dinliyoruz.

“Vay be” diyorum o an Kerem’e dönüp, “Ne güzel grupmuş, heriflerin bahsettikleri kadar varmış.” Kerem cevap veriyor; “Evet abi, iliklerime kadar müzik doldum valla.”

“Yalnız” diyorum “Uygarlar kanundan falan bahsetmişlerdi” diye soruyorum Kerem’e, Kerem “Herhalde sonra çıkacaklar, bak şuradaki herif sürekli gruba müdahale ediyor” diye en ön masada oturan adamı gösteriyor.

İlk arasını verdi grup ben de tuvalete yollandım. Elit barın elit tuvaleti, adam var tuvalette, sana kapı açıyor… biz Sakarya’daki barlarda sıra bekleyip tuvalete girmeyi, hijyen dolayısıyla kapı koluna bile dokunmamayı, muslukları ayağımızla açmayı şiar edinmişiz burada adam bana tuvaletin kapısını açıyor, tuvalet daha temiz benim öğrenci odamdan. Girip yatacağım o derece, zaten Asiaminör’ün sarhoşluğu içindeyim. Tuvaletin çıkışında afişler gözüme çarpıyor o an… Asiaminör’ü görüyorum, grubun bizim dinlediğimiz grupla alakası yok. Kadın yok grupta, kanuncu adam var, üflemeci bir Yahya Dai var ama kadın yok, keman var… ve Perşembe günleri.

Hemen koşup biramı fondip bitiriyorum. Kerem’e durumu anlatıyorum, yavaşça kalkıyoruz mekandan. Tekrar sahneye çıkmakta olan grubu “pıtpıt” diye alkışlayıp kafalarımızla teşekkür ediyoruz ve çıkıyoruz bardan. Cebimizdeki paraya bakıyoruz çok sıkarsak Sakarya’da Gölge’ye girebiliriz. Birbirimize söz veriyoruz durumu kimseye anlatmamak için…

Sizi Asiaminör’le yalnız bırakayım…


http://www.youtube.com/watch?v=Bvo0HyrxUSQ

10 Şubat 2010 Çarşamba

İkinci Aşama-II

Sıyırdım...

Sırada ne var?

İçilecek...

Ne?

Viskiden rakıya, votkadan biraya

Ne zaman?

Başladım


İkinci Aşama

Ne zamandır "Biz sizi arayacağız" diyenlerden biri aradı. İkinci görüşmeye çağırdılar...

Bu ikinci görüşme bir kızla gidilen ikinci randevu gibi. Hani barda tanışıp "Hadi bana gidelim mi?" dediğiniz kızlar gibi değil. Bildiğiniz "Benimle bu akşam sinemaya gelir misin?" ya da "Bu akşam bir yemek yemeye ne dersin?" dediğiniz olaydan sonra yaşanan bir birinci buluşma sonrası ikinci buluşma.

İkinci buluşmada neler yapılır...

Birinci buluşmada yaptığın hiç bir şeyi yapmazsan ikinci buluşma nihai sonucuna erişir. Kendinden bahsetmek gibi, eski sevgilinden bahsetmek gibi...

Tuttuğun takımdan bahsedersin ama futbolun senin için önemli olmadığından dem vurursun, Sex Pistols'tan bahsedersin, kıvılcım alamazsan The Doors dersin, Lost'ta en sevdiğin karakterin Kate olduğunu söylersin, sonra fikirlerini ve dirayetini bahsettiğini eklersin, "zaten Sawyer çok baba adam" dersin. Güldürürsün, bir eve gitmeyi kafana koymuşsundur. Kızın huyuna gidersin yani... Hedef nedir?

Bir miktar sıyırmak iç çamaşırı...

Şimdi patronlarla ikinci buluşmaya gidiyorum.
Umarım çamaşırı biraz sıyırabilirim. Kenara doğru.
Patronlara karşı çamaşırı sıyırabileceğim tek gün bugün. Sonra onlar benim çamaşırı çıkartacaklar nasıl olsa...

8 Şubat 2010 Pazartesi

Lady Gaga

Ayıptır...

Tanımıyorum, bilmiyorum, dinlemedim, uğraşmadım... Biraz önce NTVMSNBC sitesinde foto galeri yapmışlar oraya tıkladım... Ayıptır...

Neyse devam etmedim araştırmaya, kimdir, nedir, ateşli hastalık mı geçirmiş böyle olmuş, yoksa anası babası çok mu dövmüş bunu? Bilmiyorum, merak etmiyorum?

Gördüğüm fotoğraflardan birinde Paris Hilton ile birlikte. Yani bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim olayı.

Neyse "Foto galeri" Lady Gaga'nın anormal kıyafetleri hakkında... Ve evet garip...

Ay sinirliyim ne dediğimi bilmiyorum...
Şimdi bu kadın var, Lionel Richie'nin kızı var, Paris Hilton var, Kim Kardashian var... bunlar zihin bulandırıyor değil mi?

Hayır...
Zihnin bulanmasına gerek yok...


Fakirler delidir... Zenginler renkli...

Cep Delik, Türkiye'ye Geldiler

Haber Anadolu Ajansından...

Hollanda'nın BNN televizyonunda yapılan bir yarışmaya katılan bir grup öğrenci, kurallar gereği ceplerinde beş kuruş para olmadan Türkiye'ye geldiler.

Yarışmanın kuralı şöyle diyormuş: beş gün içerisinde dünyanın en uzak mesafesine yanlarına hiç para almadan gitmen gerekiyor, gittiğin ülkede yaptığın çekimleri de televizyon programına ulaştırman gerekiyor.
Hollandalı bu grubumuz 9 kişiden oluşuyor.
Haber ülkemizin misafirperver yanına vurgu yapmış, fırıncı ekmek, mobilyacı da battaniye vermiş bu gençlere Silifke'de

Yurdumuzda 80 Darbesi sonrası gelişen gençliği yozlaştığını, kitap, gazete okumaz olduğundan dem vurup dururuz. Avrupa'da da durum değişik değil demek ki;
Yavrum, Hollandalı arkadaşlarım! "Serbest" diye bir şeyin içine düşmenize ne gerek var. Adabınızla içsenize, gazete okusanıza... Pippa Bacca'yı tanımıyor musunuz? (Gebzelileri tenzih ederim) Alanya'daki garsonları bilmiyor musunuz (Alanyalıları tenzih ederim)? Sivas'ın jeopolitik önemini size ilkokuldaki tarih derslerinde okutmadılar mı?

Şaka bir yana dünyanın her yeri tehlikelerle doludur ama ben bizim ülkenin biraz daha tehlikeli olduğuna inanıyorum. Dün akşam bizim burada biri birini kesti desem çok şaşırır mısınız? Şaşırmamalısınız. Ve kesti. Fenerbahçe Diyarbakır ile berabere kalınca hakeme sinirlenen birisi hakem sandığı birini kesti. Biz burada sinir krizi geçirdik mi "Aman tanrım yalnızca bir blok ötemizde biri birini kesiyor maykıl!" diye? Hayır. Burası böyle.

Hollandalı gençleri uyarıyorum blog aracılığı ile.
Arkadaşlar yapmayın. Ananızdan babanızdan para isteyin, yarışma peşinde koşmayın binin uçağınıza gidin. Otostop yapacaksanız da Gebze'den geçmeyin (Gebzelileri tenzih ederim)

Küba'da ilk günümüzdü, Casa Particular denen evlerde kalıyoruz. Bildiğiniz oranın yerlisi insanların evi. Dışarı çıkacağız ilk defa, boynunda fotoğraf makinesi vardı Mıstık'ın. Ev sahibi kadın "Aman dikkat edin fotoğraf makinelerine" dedi. "Vay burada böyle şeyler oluyor mu?" dedik, "Yok hiç olmadı ama olabilir diye uyardım" dedi kadın. Biz orada öyle şeylerin olmamasına şaşırmışken, kadın "Ohoooo hanım abla biz İstanbul'dan geliyoruz." lafı eşliğindeki rahatlığımıza şaşırıyordu.

Bu arada ufak not: Dünyanın en uzak mesafesini Hollanda'dan Türkiye olarak belirleyen siz sayın Hollandalı öğrencilerin coğrafya bilgisini, televizyon yapımcılarının da bilgisizliğini tebrik ediyorum... Ha haberi hazırlayan AA yetkilisi bir yanlışlık yaptıysa Hollandalı gençlerin ceplerinin boş olmadığını, onların da gazetecimize ikramda bulunduğunu anlıyoruz.

"Hacı en uzak yazıyorum ben bu habere"
"Yaz hacı yaz... Yiyecek bir şey var mı yaaa?"

3 Şubat 2010 Çarşamba

Veni Vidi Vici


Ne anlama geldiğini söylememe gerek yok sanırım...

Biraz önce Yamaç'la konuşuyorduk; "Gel buluşalım akşama" minvalinde bir konuşma... "Beni Bidi Bici" yazdım... "Nedir o?" dedi haklı olarak... "Latince" dedim, "Gel beni gör." anlamında...

Yaşasın Kayser...

Kulak Sürçmesi

Banyodan çıktıktan sonra insanlara ne denir?
Anneannem "Çabuk giyin oğlum üşüme." derdi. Ondan sonra da harala gürele havluyla kafama girişip kurulamaya çalışırdı saçlarımı. Evet girişirdi, saçı kurulamak adına hunharca bir şiddet uygulardı benim kafama, kim bilir belki de saçlarımın seyrek olması bu yüzdendir. Bir de tabi bayram sabahlarında ziyarete gittiğimiz aile büyüklerinin kolonya dağıtırken elini uzatan çocukları kale almayıp kafasına kolonya dökenleri vardır; bir kuşağın saç özürlü olması belki de dini bayramlarımızdır.
Neyse uzaklaşmayalım konudan ama bu kellik müessesesine döneceğim ileride. Ama banyodan çıkana ne denir?

"Sıhhatler olsun." en güzel cümle... Banyo yaptın, vücudunun pisliği gitti, mikrop kapma, bakterilerle boğuşma olasılığının yüzdesini indirdin, mis gibi oldun, temizlik sağlıktır sıhhattir anlamına gelir bu cümle…

İlk ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum “Saatler olsun” cümlesini ama bana çok mantıklı gelmişti. “Saatler olsun”; yıkandın, tertemiz oldun, mikroplarından arındın, umarım uzun saatler boyunca temiz kalırsın anlamına gelir. Benim için bu anlama gelir.

Pazar geceleri fenomendi benim için. Parliament Gece Sineması başlamadan evvel gidip banyomu yapardım, mevsimine göre meyve soyardı annem, ben de banyodan yeni çıkmanın verdiği rahatlıkla kah Gecenin Rengi, kah Batman, kah Dick Tracy filmlerinin içine dalardım.

Yine bir pazar gecesi banyodan çıkmışım, annem meyve soyuyor, babam ufak ufak çayını yudumluyor, attım kendimi en sevdiğim koltuğa en güzel pozisyonda başlayacak birazdan Gremlinler başlayacak… Üzerimden daha buharlar çıkıyor, süperim anlayacağınız…

Annem soyduğu meyvelerden başını kaldırıp “Saatler olsun oğlum” dedi. “Boş ver anne, yarın öğlene kadar idare etsin yeter, okuldan çıkınca kaykay yapacağız terleriz nasıl olsa” dedim anneme…

Kararlılığa bakar mısınız! Yarın öğlene kadar idare etsinmiş… İdare edecek olan ne? Temizlik, paklık… Annem bıçağı falan bıraktı tabi haliyle, “Oğlum? Ne idare edecek yarın öğlene kadar?” diye sordu şaşkınlıkla. O an Linda Ronstadt All My Life adlı şarkıyı söylemeye başlamış televizyonda. Adam kadının sigarasını yakıyor New York’ta bir çatıda, Parliament gece mavisi bir renk gecede… “Anne film başlıyor Allah adını verdim sus, sonra konuşuruz, gremlinler bu başka bir şeye benzemez” dedim. Ben bir keresinde Kara Şimşek başladığı için misafirliğe gelen komşuları evden kovmuştum, ciddiyim yani olayda…

Annem ilk reklamlara kadar bekledi herhalde, dalgın dalgın televizyona bakarken gördüm arada hep onu, ne meyve soyuyor, ne başka bir şeyle ilgileniyordu. Adeta hayata küsmüştü kadıncağız. İlk reklamda “Borga? Neyin idare etmesini istedin sen biraz önce?” sordu hemen, “Annem saatler olsun demedin mi? Yarın Boralarla kaymaya gideceğiz okuldan sonra, o kadar saat idare etse yeter benim için. Allah Allah nedir ki?” diye çıkıştım kadıncağıza.

Baba göbeğini tuta tuta gülmeye başladı. Anne oğlunu düzeltmeye çalıştı…

“Oğlum o ‘Saatler olsun’ değil, ‘Sıhhatler olsun’dur. Yani ‘sağlıklı oldun hep böyle olsun’ anlamındadır.” Dedi anam anam kadın anam…

“Ya anne boş versene ya!” dedim ama içim kan ağlıyor. Bunca yıl, bunca yıl dediğim kendimi bildim bileli, bir kulak sürçmesinden ötürü yanlış bir inanışa mı sahip oldum ben. “Saatler olsun” muş… “Hakikaten ne saçma!” diye hayıflandım. Hiçbir şey anlamadım Gremlinler’den. Manyak mısınız? Neden yiyecek veriyorsunuz hayvanlara gece gece. Al işte… Ayrıca o hayvanı neden besliyorsun ki? Kızdırmayın beni.

İşte böyledir kulak sürçmeleri benim hayatımda. Bir şeyi yanlış anlarım, ama yanlış anladığımı kabul etmem, onu anlamlandırır, ona değer yüklerim. Değer yüklemem, o anlayışıma değer veririm…

Bir önceki gün deli gibi yağmur yağıyor. Bizim binanın yanındaki bakkala gittim. Girdim içeri, alacaklarımı aldım, dışarı çıkıyorum, bakkal abi (adı bu adamın; “Bakkal abi”) “Şemsiyemiz var mı ağabeycim?” dedi. “Adama bak ne iyi yürekli.” Diye düşündüm. “Yok be abi, hemen yanda oturuyorum ben.” Dedim.

“Yok ben bir daha gelip gitme diye söylemiştim.” Dedi. İşler burada sarpa sarıyor benim için… “Abi boş ver ya, yağmurluğun kapüşonunu taktım mı ‘bana mısın’ demiyor” dedim bakkal abiye.

“Evet, evet tamam… Tabi, evet” dedi bilinçsiz, sadece bir şey söylemek için. Eminim “Nereden geldi bu zibidiler mahallemize, ne içiyor bunlar gündüz vakti?” diye düşünmüştür.

Dayanamadım, “Abi sen ne dedin bana?” diye sordum… “Abi ben sana ‘Başka bir isteğimiz var mı’diye sormuştum” dedi. “Haaa! Anladım. Yok abi teşekkür ederim.”

Şemsiyemiz var mıymış?

Parliament Gece Sineması Kuşağı’nın müziğiyle buluşturayım sizi bari, nostalji olsun:



müzik - linda ronstadt - all my life | izlesene.com

2 Şubat 2010 Salı

"Kızım Neredesin?"

En son Zeytinburnu'ndan kaçırılan Seyda'nın haberini duyduk. 5 gündür kayıp olan 14 yaşındaki Seyda bugün bulundu. Ne mutlu... şimdi yeni bir tartışma yeni bir gündem söz konusu. Çocuklara çip takmak...

Tabi şimdilik çocukların kafa derilerinin altına ya da kollarında bir yere implant edilmeyecek çipler. Çantalarına, kıyafetlerine iliştirilecek... Çipleri Türkiye'de pazarlayan firmanın dediğine göre çocuklarınızın nerede olduğunu bırakın, bindiği servisin hızını bile ölçebiliyorsunuz bu alet sayesinde.

Mükemmel... Gerçekten eşi ve benzeri bulunmayacak bir ilerleme...

"Çocuklarımızı kaçıranlar kimler? Neden çocuklar kaçırılıyor? Çocuklar kaçırıldıklarında neler oluyor?" tarzındaki soruları cevaplamak yerine gelin çocuklarımıza çip takalım. Onları telefonlarına ya da kıyafetlerine yerleştirdiğimiz elektronik aletler sayesinde izleyebilelim. Hatta çocuklarımıza bu çipleri taktıktan sonra onlara haber vermeyelim, böylece bize yalan söyleyip söylemediklerini de anlar belki ilerleyen günlerde bunlara göre davranırız:

"Kızım neredesin?"
"Dersanedeyim baba."
"Yalan söyleme Taksim'de görünüyorsun şu anda 96 m/dk hızla Tünel istikametine doğru seyrediyorsun. Bu hızda ya alışveriş yapılır, ya da birinin kolunda yürünür. Şimdi sana verdiğim kredi kartını iptal ediyorum ve para kartına tam tamına 9,8 lira yolluyorum. Oradan buraya taksi o kadar tutar. Hemen eve!"

"Saygı" denen olgu en son gördüğümde Pasifik Okyanusu'nda bir yerlerde kendi halinde yüzüyordu.

Çocuklarımızı takip edebileceğiz, onların gitmelerini istemediğimiz yerlere gittiğini anladığımız anda hemen oraya gidip onu oradan çıkartabileceğiz. Hatta iş ilerlerse kendi çocuğumuzu kolluk kuvvetlerine ihbar edebilir, onların kötü yolda olduklarını söyleyebiliriz. Neden olmasın, bizim hiç istemediğimiz, izni alınmamışi bir protesto yürüyüşüne katılmış olabilir. Ne işi var oralarda, bizim gittiğimiz yürüyüşlere bizimle beraber katılabilir ve birilerinin yaptıkları konuşmaları bizimle beraber destekleyebilir.

Ayrıca bu zaten onun iyiliği için. Ya biri onu kaçırırsa, ya biri onu istemediği bir yere götürür ve onu bir şekilde taciz ederse... Bunun olmasını istemeyiz. İyisi mi biz çocuklarımıza çip takmak suretiyle onları takibe alalım... 7 gün 24 saat. Onları televizyonun, bilgisayar oyunlarının, hamburger gibi tüketilen filmlerin başından almak yerine, onları kitaplarla, dergilerle, gazetelerle tanıştırmak yerine kaçırılmalarını engellemek için çip takalım.

Buradan George Orwell'dan, Ştrugatski Kardeşlerden, Ursula K. Leguin'den bahsetmeyeceğim...

Anneannem kıyafetlerime nazar boncuğu takardı; "Aman oğlum çıkartma, nazar değmesin" der bir de ağzıyla "tü tü tü tü" yaoardı ben evden çıkmadan evvel. Evden uzaklaşır, bazen kayıp olurduk arkadaşlarla yeni atarici ya da dokuz taş oynamak için mermer parçaları ve eşsiz gazoz kapakları ararken ama nazar boncuğundan olsa gerek eve geri dönebildik bu yaşımıza kadar...

Şimdi nazar boncuklarının yerini çipler alacak... Belki ileride beyinlerine direkt bağlantı sağlayabiliriz, o zaman daha faydalı olur...

Şah ve Mat

İsaac Asimov "Satrancın hayattan farkı; satrançta mat olduktan sonra hayatta yoluna devam edebilirsin" buyurmuş vakti zamanında...

Şimdi mat olmak üzereyim... Sonra hayatıma devam ederim...