24 Mayıs 2010 Pazartesi

Lost Dediğin Çift Kaşarlı Olur - 3

Şimdi bitti... söylemek istediğim üç şey var...
Başlangıcından bugüne iyi iş çıkarmışlar... Güzel finaldi.
Hala Hollywood'dan eleştirel bir iş çıkacağını ummuyorum (Shield hep düşünmeme sebep olmuştur)
ve son... Ben hala ateistim... Sanırım bu bazı soruların cevabını veriyordur.

Not: Cevap bulamayanlar için:
1-İsa bizi korusun aziz rabbim
2-Nedenlerine yarın cevap verelim.

Lost Dediğin Çift Kaşarlı Olur - 2

Bir önceki yazıda dizi finalini izlemediğimi belirtmiştim. Şimdi geldim. Yaşam destek üniteleri (tuvalet, yemek vs...) ile olan bağlantımı kestim, biramı açtım, küllüğü boşalttım... Başlıyorum... Her şeyi açıklamanızı istiyorum JJ. Hey cey cey sana diyorum. Tanıdığım bir cey cey var o da Okocha... Onu Lost'a alsaydınız iki dakikada bitirirdi diziyi Mr. Eko'ya çalım atmak suretiyle.
Tamam şaka bir tarafa başlıyorum. Haydi selametle...

Not: yaşam destek üniteleri kısmındaki tuvalet yemek anladık ama vs adı altında geçenler ne acaba??????? (smiley koydum buraya isteyen alsın, beğenmeyen bıraksın)

Lost Dediğin Çift Kaşarlı Olur


Sabah 07.00’da Lost dizi finali vardı. 06.55’e kurdum saati, kalktım ama saat 03.00’da yattığım için kalkmak zor geldi… saat 22.00’de izleyeceğim (aynı cümlede ne çok saat kullandık).

Sabahtan beri ekşi sözlük ve benzeri ortamlarda bir ton şey yazılmış tabi, açmamak için kendimi zor tutuyorum ama genel şeyler “Ya çok kötü olmuş, iğrenç olmuş, Allah sizin belanızı versin” minvalinde.

Şimdi benim Lost ile tanışma hikayemi ve neden insanların böyle dediğini anlatacağım.

5 sene önce, İzmir’de ikamet etmekteyim bir sene için… Balkır var bizim yar yanağından gayrı her şeyi paylaşırız (iş hiç o raddeye gelmemişti). Geldi bir gün eve elinde 5 tane DVD, “Hacım al bunu izle, Lost” dedi. “Bu ne Balkır?”, “Lost bu. Dizi, çok güzel dizi” dedi. “Allah Allah balkır, bir dizi ne kadar güzel olabilir? Neyle ilgili bari?” diye sordum, “Abi izle çok güzel” dedi.

Peki ısrarlara dayanamadık aldık Doruk’la. Ya parantez içinde belirteyim, hakikaten öyle dizi izleyeceğim diye yanıp tutuşmuyorum ama oturduk izledik ilk bölümü… İlk tepkimiz “Hımm ilginç, birer bira daha getir, bir bölüm daha izleyelim.” Oldu. Bir bölüm daha izledik, birer bira daha içtik, bir bölüm daha bir bölüm daha derken sabah kuşlar cıvıldarken yattık uyuduk. Uykumuzda Doruk Sawyer’ı görmüş, ben de Sayid’i gördüm… Freud’a selamlar…

Ertesi gün uyandığımızda hemen Balkır’a koşturduk ki, bize vermediği ikinci sezonu alalım ve devam edelim. Aynen öyle oldu, bira alacak paramız da kalmadığı için Pagos, gazoz ikilisi ile 2 sezonu bitirdik (bu esnada o zamanlar bizim başlıca içeceğimiz haline gelen Pagos-Gazoz ikilisini de anmış bulunmaktayım)

Bittiğinde birbirimizin yüzüne bakıp, “Eee birader, bu ne zaman başlayacak bir daha?” demeye başlamıştık bile. O zamanlar delicesine LOST Teorileri hazırlanmış haberimiz yok, girip internete hepsini okuyup anlamaya, kendimize özgü teoriler üretmeye çalışıyorduk.

Ondan sonra diziyi haftalık takip etmeye başladık tabi. Bakın şöyle söyleyeyim, bir ara Küba’ya gitmiştik, orada arada LOST muhabbeti dönmüştü, o kadar diyeyim ben size. Ulan sığır adam, Küba’dasın, hayvan herif, LOST ile Jack ile ne işin olur…

Biz diziyi haftalık izlemeye başladığımızda yavaş yavaş şöyle konuşulmaya başlandı internette özellikle:

Abi Lost’un eski tadı kalmadı

Senaristler ne yapacağını bilmiyorlar bence

Fazla uzattılar…

Yalan söylemeye gerek yok, biz de bu minvalde konuşuyorduk. “Aslında dizi 3 sezon olarak hazırlanmış ama çok tutunca ABC yetkilileri diziyi 6 sezona çıkarmışlar, onun için uzattılar, kopukluklar da oldu tabi.”

Oldu paşam… her şeyin iyisini sen biliyorsun ya, adamlar “Keşke Borga’yı alsaydık diziyi toparlardı, hatta ABC yetkilileri ile görüşüp tavrını sergiler, diziyi 3 sezonda bırakırdı” diyorlar ya. Tabi bana kalsa diziyi ATV’ye aldırıp vizyonun içine ederdim ama neyse…

İşin aslı sonradan kafama dank etti. DANK!!! (Dizinin sonundaki o ses gibi)

Ya biz alıp diziyi 50 bölüm arka arkaya, gözlerimizi belerte belerte izlemişiz. Hugo birini görüyor, çat bölüm bitiyor, “Ulan Ulan kim acaba” nidalarıyla atlıyoruz bilgisayara hemen açıp öğreniyoruz. John Locke Boone’u alıp ormana gidiyor, çat bölüm bitiyor, “Eyvah John Locke ile Boone halvet olacaklar.” diyor çat açıyoruz yeni bölümü… Mutlu mesut izliyoruz tabi ki diziyi. Sonra elimizdeki stoklar bitince “Eee şimdi ne olacak acaba?” nidalarıyla bir sonraki haftayı ya da bir sonraki sezonu bekliyoruz haftalarca aylarca…

Bu durum beklentilerin artmasına da sebep oluyor.

Sawyer nöbet geçiriyor orada, çat bölüm bitiyor, başlıyor komplo teorileri. “Hacı, kafesteyken bu Sawyer üzerinde deney yapmışlar kesin, onun yan etkileri” diyor biri bir blogta “Yok yok” diyor beriki, “Sawyer ve Jacob aynı bedende birleşti, bak Kabala mistisizmi ne diyor konuyla ilgili” diye Kabala’yı işin içine dahil ediyor öbürü, Nevizade’de içiyorsunuz “Sawyer hamile” diyor arka masadan biri, biranın da etkisiyle, açıyorsunuz ekşi sözlüğü biri “spoiler” yazmış “s4x12’de 32.45’e dikkat, Sawyer’ı sinek sokuyor, o sinek Charles Widmore’un adamı” diyor. Bir hafta bekliyorsunuz, indiriyorsunuz yeni bölümü, bir bakıyorsunuz Sawyer’a ayran içiriyorlar Sawyer kalkıyor ayağa, tansiyonu düşmüş yavrumun.

O zaman ne oluyor… “vay efendim senaristler mal oluyor” değil mi? “Yaratıcılıktan inanılmaz uzak” oluyorlar değil mi? “İğrenç bir dizi, ben bıraktım” diyorsun değil mi Nevizade’de, arka masadaki karıya yalaklanmak için?

Yaklaşır mısın arkadaşım… Bir bana söylesene Allah adı verdim bir söyle, sen eskiden neden seviyordun bu diziyi… arka arkaya izliyordun da ondan eşek sıpası… Kızdırma beni.

Aynı Sawyer sen arka arkaya izlerken düşse bayılsa ertesi bölümü hemen soksan bilgisayara, adama ayran içirseler, “Breh valla, ne yaratıcı adamlar, sağ gösterip sol vurdular bak, yemin olsun cin çarpmışa döndüm, orgazmın dipsiz kuyularında sürükleniyorum şu anda” demeyecek miydin? Ekşi sözlüğe “Gördünüz mü? Ayran yaw ayran, işte ben zeka diye buna derim, zaten Benjamin Linus Türkçe biliyordu” diye haykırmayacak mıydın göklere…

Şimdi adamlar 6 sene sonunda herkesi ekranın başına bağlamışlar, final sezonunda hiçbir şeyi açıklamamışlar. Neyi açıklayacaklardı. Endüstri bu endüstri. Açıklayacakları tek şey var, “Arkadaşlar biz bu kadar kar ettik, John Locke sözleşmesi gereği şu kadar para aldı, Claire aldığı bütün parayı Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağışladı, Hugo Mudurnu’ya ortak oldu, biz reklamlardan şu kadar para kazandık, mutluyuz mesuduz işte, haydi kalın sağlıcakla” diyebilirler. Daha ne desinler. “Arkadaşlar biz dizide neler oldu, neler bitti, kim neden öldü, kim neden bitti, kara duman ne, Hugo kaç kilo, Kate neden akıllı uslu doktor yerine piç Sawyer’ı tercih etti, Charles Widmor’un yanında çalışanların sigortası tam yatıyor mu? Her şeyin cevabını vereceğiz!”mi dedi bu adamlar. Dizide ne olduysa onları zaten bu son sezonda makul makul anlatıyordu. Ne diyeceklerdi? Hayatın anlamını mı sunacaktı sana? Ayrıca JJ Abrahms yeni kooperatife girmiş, filmini yapmadan bırakmam bu Lost’u demiş…

Ben sana söyleyeyim hayatın anlamını: 42! Şahane değil mi?

18 Mayıs 2010 Salı

CHP Sol mu?

Adam ve kadın doktora girerler, sorunları kadının bir türlü mutlu olmaması. doktor adamı kontrol etmiş, kadını kontrol etmiş, birazcık klinik muayene falan derken şu tedaviyi uygun görmüş.

“Genç yağız bir delikanlı bulun, evinize götürün, buyurun şu havluyu, siz işinizi görürken delikanlı da havluyu sallasın.”

Adam ve kadın “Hay hay!” diyip çıkmışlar dışarı, hemen bir delikanlı ile tanışmışlar, eve koşturup atmışlar kendilerini yatak odasına, adam başlamış çalışmaya, delikanlı da havluyu sallıyor kafasının üstünde. Kadın da tık yok tabi.

Hemen üçü doktora koşmuşlar, “Nerede hata yapıyoruz doktor bey?” Doktor “Şimdi” demiş, “Siz havluyu sallayın, genç biraz çalışsın”

Hemen eve, delikanlı ile kadın yatağa girmişler, adam başlamış havluyu sallamaya, kadın yılların enerjisini dökmüş tabi yağız delikanlı sayesinde, çığlıklar…

Adam gencin kulağına eğilmiş… “Gördün mü? Havlu böyle sallanır işte”

Duymak istediklerimiz ve görmek istediklerimiz vardır sadece… zaten Marx dile getirmişti, “Baktıklarımız ve gördüklerimiz aynı şeyler olsaydı bilime ve sanata gerek kalmazdı” diye…

Solculuk ile sosyal demokrasiyi karıştırmak adettir. Her gördüğünüz yeşil partiyi sol zannetmek sık yapılan hatadır. Avrupa bu yanılsama da başı çeken gruptur maalesef. Biz de Avrupalı olduğumuza göre (Avrupa’nın teknolojisini değil de hatalarını aldığımız için(!)) biz de sık düşeriz bu yanılsamaya.

Şimdi bir de “Ulusalcılık”, “Yurtseverlik”, “Antiemperyalizm” gibi kavramları solculuk hatta sosyalizmle karıştırmak adetten hale geldi ülkemizde, aynısı Avrupa’da da görülen ama buradaki kadar sık görülen bir durum da değil.

Yeri gelmişken; milliyetçilik kavramının daha fazla adı olduğunu zannetmiyorum hiçbir ülkede…

Türkiye’de “Sol partiler” dediğiniz zaman sayabileceğiniz pek az parti vardır. Adı, bırakın sosyalisti, komünist olan TKP bile sol parti değil artık bir ulusalcı partidir, sol ile uzaktan yakından alakası yoktur, olmamalıdır zaten. Buradan Kemal Okuyan ve Aydemir Güler Beylere acil isim değişikliğine gitmeleri konusunda baskı yapmak isterdim ama onların bloğumu okuduğunu tahmin etmiyorum.

Neyse devam edelim. Ben bugün bu yanılsamayı yok etmek adına, geçen yazımda da belirttiğim üzere, sosyal demokrasi kavramını anlatarak solculuk (ya da sosyalizm diyelim bundan sonra) ve sosyal demokrasi kavramının karıştırılmaması gereken şeyler olduğunu, aslında sosyal demokrasinin kapitalizmin bir alt forumu olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Her ekonomik sistemin, her yönetim biçiminin hatta ve hatta şimdiki yaşayışımızın sebepleri tarihsel dinamikler… onun için (haddim olmayarak) kısa bir tarih dersi ile başlayalım.

Şimdi düşünün, Avrupa iki tane dünya savaşı yaşamış, 15-20 sene aralıkla. Bu esnada doğusunda sosyalizm kurulmuş, aynı sosyalizm Avrupa’yı Nazi işgalinden kurtarmış (bu kurtarma operasyonu Amerikan filmlerindeki gibi A.B.D. askerleri tarafından değil sadece büyük ölçüde Sovyet Ordusu askerleri tarafından yapılmıştır) Avrupa’da bu sayede bir sosyalizm sempatisi başlamış. Stalin daha paranoyak krizlere girmemiş. Bu esnada Doğu Avrupa sosyalizmi tercih etmiş (tercih ettirilmiş de diyenler vardır), Çin ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Vietnam, Hindistan gibi yerlerde sosyalizmi genişletme çalışmalarına başlamış…

Savaşı durdurmak, Nazi işgalini sonlandırma çalışmaları sırasında Sovyet ordusunun gittiği yerlerde dağıttıkları bildirilerle, arabalardan yaptıkları yayınlarla sosyalizmi anlatma çabaları tarih kitaplarından okunabilir. Dedik ya; Stalin daha paranoyak aktivitelere başlamadığı için Lenin’in toprak reformu gibi programları daha sağlıklı uygulanabiliyordu ve derebeylik döneminden çıkıp gelmiş fakir Avrupalıya bir işçinin toprak sahibi olması bir cennet vaadi gibi geliyordu.

Smepati ilerledikçe Avrupa (orta ve batı) ve elbette A.B.D. işten korkmaya başladı. Bu esnada ortaya Sosyal demokrasi diye bir şey atıldı.

Kurulum (instal) çok basit. Vergilendirme sistemine dayalı bir devlet kurmak. Vergilendirme şunun için ve şöyle yapılıyordu. Üretim yapabilen büyük firmalar devletin kurduğu amme havuzuna vergi vermek mecburiyetindedirler, mecburlardır ki, bu amme havuzunda biriken paradan kamu sağlık, eğitim gibi devletin sağlaması gereken temel ihtiyaçlarını karşılayabilsin.

Örnek ülkemiz Almanya, vergi veren kapitalist kuruluşumuz da Volkswagen olsun.

Her şey güzel gidiyor aslında ilk başta. Volkswagen havuzu dolduruyor, halk o havuzdan temel ihtiyaçlarını karşılıyor devlet de dış ve iç borcunu belli sınırlar içinde tutabiliyordu. Maaşlar aynı, enflasyon sabit orandaydı. Volkswagen ‘de havuza verdiği parayı araba fiyatlarını arttırarak kapatmaya çalışıyor, ortada aynı ayarda araba olmadığı için tepki çekmiyordu.

Ama devinim geçiren dünyada hiçbir şey istediğimiz gibi gitmeyebiliyor (bir kez daha Schopenhauer’a saygılarımızı iletiyoruz). Sovyetler Birliği iki önemli değişim yaşadı, birincisi Stalin’in değişen politikaları ve bununla beraber oluşan bir parti karışıklığı (bürokrasi yükselişi) ve daha da önemlisi soğuk savaş. Sovyetler birliği yavaş yavaş çözülme emareleri vermeye başlıyor, doğu bloğu ülkelerinde de Sovyetler Birliğine benzer bürokrasi eziyeti (parti komiserlerinin bürokrasisi, insancıl olmayan durumlar) baş gösteriyor ve sosyalizm yavaş yavaş A.B.D.’nin istediği düzeye geliyordu. Bunun önemini birazdan anlayacaksınız.

Bu arada Uzak Asya’da da bazı değişimler oluyordu. Çin kapalı sosyalizmden (aslında tam adı devlet kapitalizmidir) yavaş yavaş vazgeçiyor, Japonya kendisine karşı işlenen insanlık suçunun (şişman adam ve küçük çocuğun işlediği suçtan bahsediyorum) yaralarını kapatıyordu.

Hal böyleyken şu durum ortaya çıktı, Yeltsin Rusya’yı oluşturdu, Çin sınırlarını açtı ve üretim yapmaya başladı, Japonya keza üretim hızını arttırdı, doğu bloğu ülkeleri sosyalizm kavramından vazgeçti ve kapitalist olmaya karar verdi, böylece bir anda insanlar çalıştıkları yerlerden çıkıp sokaklarda oturmaya, işsizlik maaşı beklemeye başladılar (işsizlik maaşı o Volkswagen’in doldurduğu havuzdan verilir)

Çin ve Japonya üretim yaptıkça Avrupa’nın kapısına dayanmaya çalıştılar. Şöyle bir durum ortaya çıktı.

İş gücünün fazla olduğu iki ülkeden bahsediyorum. Üretim daha ucuza yapılabiliyor. Ama iki önemli dinamik daha var, bunlardan biri teknolojiktir. Örneğin Japonya’nın bugüne kadar yeni bir şey icat ettiğine şahit olmamışızdır. Bunun nedeni çok basit. Bu beyefendiler sadece üretimi nasıl daha ucuza getiririz, nasıl daha küçük yapıp taşıma kolaylığı elde ederiz gibi veriler üzerinde üretim planlaması yapıyorlar. İkinci dinamik daha sosyolojik bir dinamiktir. Bu iki ülkede de ulus devletçiliğinden bahsedebiliriz. İki ülkede ordularının yüceliğine inanırlar. Çin’in hala büyük gösteriler yapan Mao ordusu varken, Japonya inanılmaz gururlu bir askerlik cemiyeti olan samuray kavramından beslenir. Bu insanlara devlet-asker ikilisine bağlılık yemini ettirirseniz bu insanlar çalışırlar. Kaldı ki her iki ülkede savaştan çok büyük yaralar almış, ve bundan daha ötesini yaşayamayız kavramıyla canla başla çalışmaya başlamışlardır.

Bunun üzerine Japonya Toyota’yı Avrupa’ya gönderir.

Toyota Volkswagen ayarında bir arabadır ama daha ucuzdur, çünkü Japonya’da sosyal demokrasi vergisi diye bir şey yoktur. Bunun üzerine Pazar payını kaybetmek istemeyen Volkswagen devletten havuz vergisini düşürmesini ister (Herr Helmut, Bitte schreiben sie billig… yani Sayın başbakanım yapın bir kolaylık). Devlet bu paranın kaybolmasını istemez. İnsanların temel ihtiyaçları bu havuzdan karşılanmaktadır. Ve Helmut Kohl cevap verir “Einschuldigung Herr Volkswagen, ich möchte daha çok köfte”

Volkswagen etrafına bakar. Bir kapitalist etrafına bakıyorsa kaçın, bir Amerikan askeri etrafına bakıyorsa kaçın, bir Aksaray-Taksim hattı dolmuş şoförü etrafına bakıyorsa kaçın…

Volkswagen etrafına bakar ve fabrikasında çalışan işçileri görür. Ve seslenir onlara “Kommst du mich nach schnell nach schnell” (burayı nazi askerlerinin söyleyişine benzetmeye çalıştım), şöyle der onlara;

“Bakın sevgili işçilerim, bizim arabalar çok güzel, acayip seri kaçıyorlar, ama çok pahalı namussuzlar. Bu çekik gözlü adamlar Toyota diye bir marka getirdi, onların ki de güzel, ama ucuz. Ben arabaları ucuzlatmaya karar verdim, yoksa bütün hepsine benim bacanak binecek arabaların.”, işçiler; “Peki patron, ucuzlat o zaman ne diyeyim, sonuçta parayı alan sensin, ben artı değeri yaratıyorum ama sen parsayı topluyorsun, sonuçta benim maaş sabit.” Der.

Volkswagen patronu; “Hah bende oraya gelecektim, ya şimdi ben kendi hayatımdan tavizler vermeyeceğime göre, sonuçta ben patronum, bu indirim işini sizin üzerinizden yapmayı düşünüyordum” der.

İşçiler ayaklanır, “Hooop Herr Götzeller, ne demek istiyorsun, bizim maaşımızda indirime gidemezsin…” derler… patron bunun üzerine Münir Özkul karşısında ki fabrikatör Saim bey gülüşünü yaparak “Macaristan’da çok ucuz işçiler var, ben fabrikayı oraya taşıyayım mı?” der…

Doğu bloğunun önemi de anlaşıldı sanırım.

sosyal demokrasi de anlaşıldı sanırım...

sosyalizmi anlatabilirim umarım bir gün sizlere.

Bugün fabrikalar (fabrika diye kısıtlamayın) finans oyunlarıyla para kazandığı için kar marjlarını daha düşük göstermekte, daha az vergi vermekte, havuz daha az dolmaktadır.

Sosyal demokrasinin çalışıp çalışmadığı konusunda daha sonra tartışabiliriz ama sosyal demokrasi ile, sosyal devlet ile, sosyalizmi karıştırmak çok çok abestir. İkisi aynı familyadan bile değildir.

Şimdi… Sayın Baykal istifasını verdikten sonra, “İnadına Baykal, İnadına Sol!” diye bağırmak yanlıştır. Yapmayın etmeyin. Bak lütfen diyorum.

Solcuyum demek bir ahlak meselesi, bir yaşayış meselesi ve (bana göre) bir saygı meselesidir. Önce Voltaire okumak gerekir solcu olmak için. Teşekkür ederim

17 Mayıs 2010 Pazartesi

BURSASPOR


Sosyal demokrasi yazımı öğleden sonra yayımlayacağım... Ondan önce bir şey dile getirmem gerekiyor.

Bursaspor Şampiyon oldu. Ben istemiyordum. Bunu defalarca dile getirdim, defalarca anlattığım gibi, bu kadar milliyetçi bir camianın şampiyon olmasını istemememi bırakın kendi takımım haricinde bir takımın şampiyonluğunu istemiyorum.
Ama isteyip istememeyi geçin, hayat Schopenhauer kıvamında zaten, istemediklerimiz de olabiliyor.

Ben Bursaspor'u kutluyorum. Şampiyon olmuşlar, umarım biz de oluruz ilerde...

Ama daha çok kutlamak istediğim biri var... Ivan Ergiç...

Seni seviyoruz Ergiç... Kendi takımımda görmek istediğim adamdır kendisi...

11 Mayıs 2010 Salı

İNADINA BAYKAL İNADINA SOL(!)

Dün atılan sloganlardan biriydi.

Birkaç yanlışa dikkat çekmek istiyorum.

CHP’nin “sol” olduğuna inanan kişi ya da kişiler bir mağarada yaşayan bir gruptur.

Gelin bunu bir testle doğrulayalım.

Testimizin bütün sorularının cevapları evet/hayır şeklindedir.

1- Bir sol parti sivil anayasaya muhalefet eder mi?

2- Bir sol parti etnik azınlıkla yapılan barış görüşmelerine muhalefet eder mi?

3- Bir sol parti, parti kapatmaya ön ayak olur mu?

4- Bir sol parti orduyu göreve çağırır mı?

5- Bir sol parti bir katliama “haklıdır” der mi?

6- Bir sol parti askerlerin sivil mahkemede yargılanmasını engellemek ister mi?

7- Bir sol parti darbe yandaşlarının yargılanmasının karşı avukatlığını yapar mı?

8- Bir sol parti parti tüzüğünde genel başkan seçimiyle ilgili katı kurallar bulundurur mu?

9- Bir sol parti ulusalcılık adı altında milliyetçilik yapar mı? Irkçılık yapabilir mi?

10- Bir sol parti sosyalist enternasyonalden çıkarılır mı?

11- Bir sol parti insanların eğitim alma haklarına karşı çıkar mı?

12- Bir sol parti tarihsel bir ayıbın ortaya çıkarılmasına, ufak bir özür dilenmesine hayır der mi?

Evetler fazla ise partiniz bir sol parti değildir.

Aklıma ilk gelen şeyleri yazdım. Daha bir 144 tane daha bulabilirim. Ama kısa kesmek gerekirse CHP bir sol parti değildir. Sosyal demokrat bir parti diyebilirsiniz belki ama onun da sol olduğunu söylemek aymazlıktır, sola atılan bir çamurdur. Bir sonraki yazıda anlatmaya çalışacağım üzere sosyal demokrasi kapitalizmin alt forumlarından biridir. Buna istinaden CHP2yi sol parti addetmek yanlıştır.

Öte yandan CHP’nin tek problemi Deniz Baykal değildir. Dün gelen istifa sonrası CHP’nin oylarında muazzam artışlar bekleyen insanlar perilere ve kendilerini kurtarmaya gelecek olan, daha önce ejderhalar ile savaşmış olan güçlü kuvvetli şövalyelere de inanmaktadır.

Kaldı ki Deniz Baykal’ın istifasına sevinenleri üzecek, üzülenleri sevindirecek ilk açıklamamızı yapalım, Önder Sav beyefendi “Deniz Baykal’ın ilkelerini devam ettireceğiz” buyurdu.

İnsanlar insan olmalarının gerekliliği olarak hiçbir partiyi sevmek zorunda değildirler. Hiçbir iktidar mükemmel olmamıştır, iyimser bir tahminle önümüzdeki 200 sene iyi olamayacaktır belki ama AKP iktidarına karşı duruş sadece CHP değildir. Bunu anlamak ve “Denize düşen yılana sarılır” anlayışından ivedilikle vazgeçilmesi gerekir.

Bu uğurda Deniz Baykal’ın istifasını CHP ya da ülke geleceği için iyi olarak yorumlayıp sevinmeye başlamak sadece ileri tarihlerde sizi üzecektir.

Deniz Baykal’ın istifasına sevinenleri üzecek, üzülenleri sevindirecek ikinci açıklamamızı yapalım, Deniz Baykal geri dönecektir. İddiamı “6 aylık süreç içinde” diyerek bir zaman sınırlamasına tabi tutuyorum. Aslında daha önce de döneceğini düşünüyorum fakat gene de direkt yamulmamak için “6 Ay” genişletmesini yapıyorum.

Hem Deniz Baykal’ın geri dönmesi gerekmektedir. Kim Deniz Baykal’ı CHP’siz, CHP’yi Deniz Baykal’sız düşünebiliyor? Bu çocukluğumuzun kahramanlarını yalnız düşünmek gibidir, Nils olmadan Uçan Kaz’ın bir değeri var mıdır? Micheal Knight olmadan KIT ne işe yarar? He-Man olmadan Titrek yalnızca Titrek değil midir?

Gelelim Deniz Baykal’ın yaptığının doğru mu yoksa yanlış mı olduğu sorusunun cevabına. Adorno’ya gönderme yapacağım. Yanlış adam doğru bir şey yapamaz…

Yılmaz Özdil gene konuyla ilgili döktürmüş. Kendisine buradan selamlarımı iletiyorum ve büyük konuşuyorum. Sayın Yılmaz Özdil, 2,5 yaşındaki kızım senden akıllı yorumlar yapıyor.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Hıdırellez

Birazcık toparlandıktan sonra yazacağım...
"Yazacağım" diyorum ama maalesef bir kısmını yazabileceğim çünkü bende de muallakta olan kısımlar var. Hatırlamıyorum bir kısmını...
Alka Seltzer olmasa halimiz nice.