28 Ağustos 2012 Salı

Balkon Konuşması

Günün anlam ve önemine dair bir hikaye paylaşmak istedim sevgili arkadaşlar...

Bükreş'in en önemli binalarından biri şüphesiz "Halk Sarayı" da denilen Parlamento Binası. Romence adı Casa Poporului. Neredeyse tamamı Romanya'da üretilen materyellerden inşa edilmiş bu bina şu anda dünyanın en büyük binası olarak gösteriliyor. Aslında ben ölçmedim ama bu konuda şöyle diyorlar: Pentagon dünyanın en büyük binasıydı ama 11 Eylül saldırılarından sonra yıkılan bir kısmı tekrar inşa edilmediği için bu unvanı Halk sarayı aldı. öyle ya da böyle dünyanın en büyük iki yapısından biri olan bu binanın inşası için 1 milyon metre küp (sayıyla 1.000.000 m³) mermer kullanılmış. kristallerin, halıların, duvar bezemelerinin büyüklükleri ve estetikleri karşısında büyüleniyorsunuz.



Fakat bu kocaman yapının ihtişamı karşısında tam büyülenirken halkın saraya bakışıyla bir korkuya dönüşüyor. Hali hazırda "Bu kadar ihtişamlı bir insan yapısına ne gerek vardı?" diye düşünürken sarayın inşası sırasında ölen binlerce kişinin acı hatırası koca mermer yapıyı daha soğuk hale getiriyor sizler için.

Bugün bir kısmı Parlamento Binası, bir kısmı Sergi Sarayı, bir kısmı da Yabancı Suçlarla Mücadele Bürosu olarak kullanılan yapının yarısı hala boş. Bu muazzam büyüklükteki yapı bugün hala yaptıkları hakkında tartışmalar yaratan Nikolay Çavuşesku'nun eseri.

Halkından bihaber bir biçimde "Gençler şuraları yıkalım yeniden yapalım, ne dersiniz?" ya da "Kürtajı yasakladık, sırada buradan Tuna'ya kadar bir kanal açmak kaldı." şeklinde takılan Nikolay Çavuşesku bir gün, "Buradaki boş alana bir saray yapalım ama şöyle ferah olsun, gelenimiz gidenimiz oluyor biliyor musun." der ve olaylar gelişir.

Gücünü, iktidarını ihtişamlı bir binayla kanıtlamak isteyen Çavuşesku'nun en büyük hayali ise bu büyük sarayın balkonundan halka konuşma yapmakmış. Her fırsatta "Bu balkondan halkıma sesleneceğim, Romanya'nın kudretini buradan aktaracağım vatandaşlarıma." diyerek "Balkon Konuşması"nı iple çeken Çavuşesku'nun hayali halkın ayaklanmasıyla son bulur...

Helikopterinin benzini Târgovişte'ye kadar idare eder, orada onu bekleyen devrimci askerler ve halk hemen bir mahkeme düzenler... Hukuka uygunluğu tartışılamayacak kadar insaniyetten yoksun bir mahkeme sonrasında hemen idam mangası oluşturulur ve Çavuşesku ile eşi Elena kurşuna dizilir.

Belki son sözcükleri "Balkon Konuşmam" olmamıştır ama saray tamamlanamadığı ve o balkona çıkamadığı için eminim üzülmüştür Çavuşesku...

Demokrasi Romanya'nın ovalarını ısıtırken hayatın devam ettiğini anlayanlar "Hafız işi buraya kadar getirdik, bu sarayı bitirmezsek sarhoşu uğursuzu gelip inşaatı mekan beller. Bir el atın bitirelim şu laneti." der ve işe koyulur. Çavuşesku'nun idamından çok kısa bir zaman sonra inşaat biter.

Meşhur balkona kimse adım atmaz. Balkon boş saray soğuktur...

Yıllarca taşıdığı Demir Perde'nin ağırlığının yaralarını sarmaya çalışan Romanya'ya 1992 yılında bir misafir gelir. 7 yaşından 77 yaşına kadar herkes heyecanlıdır. Otopeni Havalimanı'ndan itibaren halk sokakları doldurur, sadece Bükreş değil, tüm Romanya konvoyun içindeki adamı görmek istemektedir.

Organizasyon komitesi, misafirin, halka yüksek ve geniş bir yerden el sallamasının çok yerinde olacağını düşünür...

Çavuşesku'nun Romanya'nin kudretini halkına açıklamak gibi büyük hayallerle inşa ettirdiği sarayın balkonu ilk defa kullanılacaktır.

Michael jackson balkona çıkar ve Romanya'yı selamlar...

17 Şubat 2012 Cuma

İş Bu Fotoğrafın Sırrı


Anlatayım arkadaşlar, anlatayım da ne kadar bahtsız olduğumu anlayın. Aslında bahtsız mı denmeli yoksa “KARMA” mı bilmiyorum artık ama karmanın başıma böyle bir şey getirebilmesi için ne kadar salakça bir kötülük yapmış olabildiğimi bilmiyorum… Ulan Bekir, bisikletini anahtarı olmayan bir kilitle direğe kilitlediğim için beddua etmiş olamazsın değil mi? Küçüktük oğlum o zamanlar…

Olay şöyle gelişti sevgili arkadaşlarım…

Bükreş sokaklarında tırım tırım gezerken… Kestik… tırım tırım gezmek falan yok gayet yorgunluktan cılkı çıkmış bir biçimde eve gitmek için otobüs bekliyorduk. Sabırsız ve yağız bir Türk delikanlısı olduğumdan otobüs durağının içinde bir aşağı bir yukarı yürüyorum. Yanımdaki 3 Romen güzeli ise ne yaptığıma anlam vermeye çalışıyorlar. Onlara anlatamam ki biz Anadolu delikanlıları otobüsü ayakta bekler, içine otururuz.

Bu arada havanın -20 santigrat derece ve ortalığın kar halinde olduğunu belirtmeden edemeyeceğim. Sanırım işte tam da bu yüzden otobüs beklerken yürümek istiyordum. Soğuktan değerli popom üşümesin diye değil; yepyeni su geçirmeyen 4 mevsim ayakkabılarımla doğanın zulmüne meydan okuyorum…

Bir aşağıya bir yukarıya yürürken birden bir ses duydum: PIIIRÇÇIK

Hafif ışıkta aşağıya baktığımda pantolonumda yeşil yoğun bir sıvı olduğunu fark ettim… Saniyenin zilyonda biri bir zamanda aklıma gelen ilk şeyi paylaşayım: “Kurbağa ezdim.”

Avrupa’da son yılların en kara kışlarından biri yaşanırken, ortam kar altında ve Bükreş’in bütün gölleri donmuşken ben, son sağ kalmış ve otobüs durağına kadar ulaşabilmiş kurbağayı bulup üzerine basabilirim… Yeni aldığım 4 mevsim vibram taban ayakkabılarımla…

Ama hayır işin kokusu öyle değil. Maktulle yüzleşmek için ayakkabımı kaldırdığımda pantolonumdaki yeşil sıvının sebebini anladım. AKRİLİK BOYA… arkadaşım, sevgili Bükreşli arkadaşım. Allah adı verdim söyle hangi üstün zekalı insan kışın ortasında bir tüp akrilik boyayı otobüs durağının zeminine bırakır ki?

Veya doğru soru: Neden ben? Bekir senin işin mi bu? Doğru söyle, kızmayacağım.

6 Ekim 2011 Perşembe

Ölümlere Üzülme Skalası

Solcu arkadaşlardan rica ettik, twitter’dan @cheja da çok destek verdi. Sağ olsunlar üşenmeyip hazırlamışlar. Biraz önce ajanslara elden gönderdiler. İşte Dünya Solcular Birliği İstanbul Şubesi’nin gönderdiği, ölümlere üzülüp üzülemeyeceğimize dair belge.
Virgülüne dokunmadan fotoğrafını yayınlıyorum…
Gördüğünüz üzere bundan sonra bu belgeye (andaç) göre üzüleceğiz. Öyle herkesin arkasından boşuna üzülmeyin lütfen. 8. maddeye (Geçici 5. Madde ile alakası yok) dikkat; her an üzülmemiz gereken daha mühim kişiler çıkabilir ortaya…

20 dakikanızı falan ayırıp şu bloğa bir göz atın lütfen. Sosyalizm hakkında ne düşündüğümü görürsünüz orada. Hem sizin okuduğunuz Lenin gibi yazamıyorum daha. Hakikaten 20 dakikada okuyabilirsiniz. Yani diyeceğim şudur ki; Çin’de olumsuz koşullarda çalışan çocuklar için ben de hakikaten üzülüyorum. Ama ben Vietnam’daki çocuklara da üzülüyorum, Bağcılar’da oturan fakir aileye de üzülüyorum.

Bu konuda söylenecek ilk şey şudur: Bir “CANLI”nın canını kaybetmiş olmasına kelimenin en basit anlamıyla üzülmemiz gerekir. Konu yitirilmiş bir candır ve öldükten sonra ne olduğumuza dair elimizde henüz kesin bir veri yok. O canlının artık bir yerlerde olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla artık var olmadığına ve olmayacağına sevinmek canliktir.

İkinci şey ise: eğer bir gün ölümden sonra ne olduğumuza dair bazı cevaplar alabilirsek bunun bilimsel yöntemlerle olacağına eminim. Belki hadron çarpıştırıcısında olmaz ama karanlık madde araştırmaları konuya açıklık getirebilir, kim bilir! Ama bilmemiz gereken en büyük gerçek şu ki o bilim insanları büyük ihtimalle Macintosh ortamında çalışıyorlar. Ölümden sonrasının sırrını çözdüğünde Norveç’teki bilim insanı arkadaşına da Iphone’undan arayarak haber verecek:
“Johansen, ölümden sonrasının sırrını çözdüm. Bir olay yokmuş. Pof olup uçuyormuşuz. Mail attım sana ayrıntıları. Şimdi angry birds oynayacağım.”

Tabi ki o zamana kadar Iphone 5 çıkar ama biz Çılgın Türkler “Iphone 5’de almaya değer bir şey bulamadım bu yüzden Iphone 8’i bekleyeceğim” diyeceğiz. Elbette öyle çünkü biz süper akıllı ve zeki bir toplumuz.
Yarın Bill Gates ölünce onun da arkasından konuşacağız. Zaten PC çok kötüydü, Windows tekelciydi, kapalı kaynak ne kadar kötü bir şey biliyor musunuz, hepimizin anasını bilmem ne yapıyor. “PC SUCKS” diyeceğiz. Zaten Linux süper, mac işlemcisi en asil duyguların işlemcisidir.

Arkadaşları tanımayanlar bunların füze simulasyonu yazdığını, genetik kodlama yaptığını, CGI efektleriyle uğraştığını zanneder. En nihayetinde yaptığı en karışık olay twitter’a fotoğraf koyarken, fotoğrafta çıkmasını istemediği koltuk desenini croplamak olan bu arkadaş konu kapalı kaynak koduna geldiğinde ortamların en büyük fırtınalarını estirir. “Neden bütün virüsler Windows için yazılıyor zannediyorsunuz?”

ABD’de yaşayan ve orada animasyon yapan bir çocukla konuşuyorum geçenlerde bana dedi ki; “Hocam tabi yer geliyor ve kullandığımız mac yetmeyebiliyor, biz de yazılımcı ve donanımcı arkadaşlarla toplanıp bazı eklemeler yapıyor, kendi yazılımımızı yaratıyoruz. En nihayetinde kullandığımız süre de bir saniyelik bir sekans için.”

Eğer bu çocuk bana “PC Sucks” derse , “Peki abi böyle diyorsan böyledir.” Derim ama yine PC’min başına geçerim, yapacak bir şey yok. Iphone’umdan da twit falan atarım; “Beyler PC SUCKS” diye.
Sapla samanı karıştırmadan adamın dünyaya kattığı kimi teknolojiye hayran kalarak, zavallının hain bir hastalık yüzünden artık hiçbir şey yapamayacağına üzüleceğimize “Çin’deki çocuklar” argümanıyla heykellerin önünde bağırmamız bizim aymazlığımızdan başka bir şey olamaz.
Steve Jobs’u şöyle hayal edebiliyorum mesela.

Yönetim kurulu toplantısı/Apple Building/California/İç mekan/fonda müzik/Steve ve yönetim kurulu üyeleri, bir de çaycı:
Steve: Arkadaşlar Iphone diye bir şey buldum, çılgın atacağız, parayı bundan sonra satırla doğrayacağız haberiniz olsun.
Micheal (icra kurulu başkanı): C’mon dude, nasıl olacak o iş?
Steve: Oğlum çok ilginç bir şey. İnsanlara asla okumayacağı şeyler sunacağız, her şeyi accept edip bir sürü şey satın alacaklar. Böyle parmaklarıyla fırt fırt diye.
Aaron (Yönetim Kurulu Asil Üyesi, ayrıca Yahudi bu piç): Üretimi pahalı olmasın.
Steve: Onu da düşündüm Yahudi adam. Tabi ki Çin’de üretim yapacağız. Sabah akşam çocuk kırbaçlayacağız tamam mı? Ama senin güzel hatırına araya birkaç Alman sarı pipi de serpiştiririz.
Micheal: Tamam benden oluru aldın. Adı ne olacak aletin.
Steve: İphone. Direkt 3’ten başlayalım sonra 4 ve 5’i çıkarırız. Ama 5’ten önce 4S çıkartırız. Türkiye diye bir yer var, orada ki insanları şimdiden hayal edebiliyorum, delirirler vallahi. Oğlum acayip eğleneceğiz.

Arkadaşım iki sene önce telefonunun T9 sözlüğü açık kalınca mesaj atamıyordun, şimdi elinde Iphone, Samsung, Blackberry gibi aletlerle kızların facebook fotoğraflarını “like” ediyorsun. Twitter’da tanıştığın kızları “şöyle ettim böyle ettim” diye anlatıyorsun kahvede.

Sen devrim hayallerini twitter’dan paylaşıyorsun, “şurada buluşup yürüyor muyuz?” diye soru soruyorsun, adamlar orta doğunun kaderini Iphone Blacberry gibi aletlerle çizmeye çalışıyor, 100.000’lerce insan ölüyor bu uğurda, oturduğun yerde “Steve Piçine üzüleceğinize…” diye twit atıyorsun…

Yavşak olmanın alemi yok. Her şeye üzülemiyor musun, illa cani olman mı lazım. Solcu falan değilsin, fazla konuşma…

Not: Bu acılı günümüzde, Apple’in gelişimine, bence, Steve Jobs’tan daha fazla katkı sağladığına inandığım Douglas Noel Adams’ı da analım. Ölümden sonra bir yerde buluştularsa ne çılgın bir teknolojisi olacak oranın hayal bile edemiyorum. Ama onlar burada da hayal edebiliyorlardı… 
Not: Kalemle yazmışlar andacı. çok güldüm ya. bari teleks çekseydiniz.  

15 Ağustos 2011 Pazartesi

İnsanın Kin Duymasının Temel Sebepleri

İnsan neden kin duyar, neden intikam duygusuyla hareket eder, neden her şeye meydan okumaya çalışır da basit duygularıyla hareket edemez?

Çünkü üç bilim adamı insanlara gerçekleri söylemişler ve insanların sinirlenmelerine yol açmışlardır.
Kronolojik olarak açıklamak gerekirse:
1-Nicolaus Copernicus: Bu zat-ı muhterem dünyanın evrenin merkezi olmadığını keşfetmiştir. Şimdinin Almanya-Polonya civarındaki topraklarda doğmuş ve ölmüş olan -bizde bilinen ismiyle- Kopernik sürekli kafasını gökyüzüne kaldırıp çeşitli soru işaretleri düşünmekteydi. Gökyüzüne bakıp  "Yıldızlar ne güzel değil mi sevgilim?" ya da "Acaba hangisi Kutup Yıldızı'ydı, ilkokulda öğretmişlerdi." diyen bizlerden daha farklı olarak bu güzel arkadaşımız bir şeyler düşünmekteydi.

Araştırmalarını neticelendirdikten sonra keşfini dünya ile paylaştı:
"Arkadaşlar, üzgünüm ama gökyüzündeki her şey bizim etrafımızda dönmüyor. asıl biz bir şeylerin etrafında dönüyoruz" dedi.
O dönem PR şirketleri çok iyi çalışmadığından, Kopernik'in bu açıklamaları kamuoyunda bomba etkisi yarattı. Yine o dönem kilise içinde antidepresanlar yasak olduğu için bir hayli sinirlendiler.
Çünkü ilk defa birileri insanlığa "Sizler bu evrenin merkezi değilsiniz" diyordu...

2-Charles Darwin: Kopernik'in söyledikleri bugün kabul görmüş durumda ama Charles Darwin'in söylemleri hala üzerinde tartışılır teoriler olarak devam etmekte. Bunun en büyük sebebi ise Charles Darwin denilen "Ada"lı beyefendinin biyoloji bilimine merak salmış olması. Aslında tam anlamıyla biyolojiden çok hayvan sınıflandırması yapmak isteyen bu İngiliz beyefendisi Beagle adlı bir gemiyle Galapagos Adaları'na doğru yelken açar. Geri döndüğünde Türlerin Kökeni adlı çalışmasını insanlığın hizmetine sunmak üzere Amazon.com'dan satışa başlar.

O güne kadar tüm insanlık biraz su, biraz balçık ve Ghost filmindeki Demi Moore'un elleri sayesinde yaratıldığını zannettiğinden Charles Darwin'in, "Evrim, seleksiyon..." gibi sözcüklerine "Darwin abi iyi misin? Yenge falan nasıl?" diye cevap vermiş, onu anlamakta güçlük çekmiştir. Kilise hala antidepresanlardan uzak durduğu için gene sinirlenmiş ve; "Vay efendim sen bizim maymundan geldiğimizi mi söylüyorsun." diye bağırmış ve ortalıktaki tüm maymunların varlıklarından utanmalarını sağlamıştır.

O güne kadar kendilerini Tanrının kendi elleriyle yarattığını zanneden bizler; "Abi sanırım olmuyor öyle." dediğimiz için Charles Darwin bizleri bir evrimin bir basamağı addederek sinirlendirmiştir.

3-Sigmund Freud: Listemizin 3 numarasında bir Avusturyalı var. Masadaki dağınıklığın farkına varıp, "Bu ne böyle? Puro bir yerde, tuzluk bir yerde." diye kendine kızan Freud hastalarına bir başka gözle bakmaya başlamış ve onlara sürekli, "Sence bu puro ne anlama geliyor?" sorusunu sormuştur. Yıllar sonra araştırmalarını yayınlarken "Arkadaşlar psikanaliz diye bir şey buldum, herkesin annesinden nefret etmesini sağlayacağım, miras falan yok size." diye bağırmıştır.

Şaka bir yana Kel, yuvarlak gözlüklü, daha çok tefeciye benzeyen bu üstün doktorumuz "Bilinçaltı, bilinç dışı, id, ego, süper ego, alter ego, narsizm..." gibi terimlerle insanlığın karşısına çıkmış ve onlara "Size hakim olan bir beyniniz var, sizin ise ona hakim olmanız çok zor" demiştir.

O güne kadar kendisini dünyanın hakimi sanan, üstün düşünme kapasitesine sahip olduğunu zanneden insanlar birden celallenmiş ve "Bırakın kokainman lubunyayı, attıracak şimdi şalter egomu!" diyerek kendisine cephe almışlardır.

Yıllar sonra kendisine inanmayan farmakonörologlar, "Freud abi, toprağın bol olsun ama biz alerji ilacı yaparken yanlışlıkla SSRI diye bir şey bulduk; bitti o anne hadiseleri falan." dedilerse de psikanaliz ve narsizm             kavramı insanların "Acaba ben düşünebildiğim için çok çok üstün bir varlık değil miyim?" diye sorgulayıp, sinirlenmelerine sebep olmuştur.

İşte bu üç bilim adamı insanlara en doğru bildikleri yanlışları söyleyerek, onlara; "Hayır siz evrenin merkezi değilsiniz, hayır siz tanrının bir yansıması değilsiniz, hayır siz mükemmel değilsiniz hatta zavallısınız." demiş ve onları sinirlendirmişlerdir.

İnsanlar da kendilerini hep daha üstün olduklarını, dünyaların kendi etraflarında döndüklerini ve tanrısal bir varlık olduklarını ispat etmek istemektedirler... Çoğunlukla insanlar yanıldıklarının farkına öldüklerinde varabilmektedirler, o zaman da çok geç olmaktadır.

Saygılarımla satırlarıma son vermeden evvel; "Karl Marx nerede?", ""Newton'un Amasya macerasını unutmuşsunuz!" ya da "Afedersiniz Zerdüşt bey nerede ikamet etmekte acaba?" diye çırpınan siz sayın okuyanlara belirtmek isterim. bir gün TOP10 yaparız onları da yazarız...

Ama ondan önce yarın: Newton ve Galileo Galilei ile Sanayi Devrimine Giriş dersimiz var. Lütfen kaçırmayın...

Şimdi saygılarımla satırlarıma son veriyorum.

SON...

Uzun İnce Bir Yoldaydım

Ocak ayından beri sayfaya uğramamışım... her taraf toz, kir içinde. iyi bir elden geçirmek gerekiyor buraları. Perdelerin yıkanması lazım, koltuk kılıflarının da... Çeşitli pencereler açıp iyice havalandırayım daha sonra halıları da kaldıracağım. Ferah olsun biraz buralar... Ferahlığı seviyoruz insanlar olarak. İstanbul'da yaşayanların ferah bir mekanda sudan çıkmış balığa dönecekleri kesin ama en azından bazı yerlerde ferah hissedelim kendimizi.

Sosyal medyaya fena takmışız. O kadar zaman harcamamıza rağmen bir Ahmet Hakan ya da bir Hilal Cebeci kıvamında popüler olamadık. Biraz önce bir şey yazmaya çalıştığımda Twitter kuşu gelip kulağıma "140 karakteri geçmişsin, daha zeki olman lazım." dedi. Bu saatten sonra daha zeki olamayacağıma göre ben de kalbimden temiz burayı kullanmaya karar verdim...

Yazmaya çalıştığım ve bir türlü kısaltamadığım şey ise:

Bu gezegenin şöyle bir sorunu vardır: Üzerinde yaşayan halkın büyük bölümü çoğu zaman mutsuzdu. Bu sorun için pek çok çözüm önerilmişti, ama bunların çoğu genellikle renkli küçük kağıt parçalarının hareketleriyle ilgiliydi. Bu tuhaftı, çünkü aslında mutsuz olanlar renkli küçük kağıt parçaları değildi...
Sen çok yaşasaydın e mi Douglas...


Siz eski kayıtlara göz gezdirene kadar ben yeni bir şeyler yazarım belki... Belki de yazmam, yazamam...
   

19 Ocak 2011 Çarşamba


Biraz önce şirketteki sigara içilen odaya gittim, sessizce ağladım. 4 yıl önce bugünü hatırladım. Başka bir şirkette bilgisayarımın başında iş yapmaya çalışıyordum. İnternette Hrant’ın öldürüldüğünü öğrendim. Apar topar aşağıya, televizyonun olduğu mutfağa indim. Ardımdan patron da geldi, “Öldürmüşler değil mi adamı” dedi. “Adamı” diyordu. Adam gibi bir adamdı Hrant Dink. “Allah belasını versin bu ülkenin” dedim, “Ben oğlumu nasıl büyüteceğim bu ülkede” dedi patron… birkaç saat sonra Hrant’ın öldürüldüğü, katledildiği yerdeydik…

Hrant’ın öldürüldüğü günden iki ay sonra çocuğumun doğacağı haberini aldım. “Ben o çocuğu nasıl büyütecektim bu ülkede.”

Sabah kızımı hazırlayıp okuluna götürürken Hrant’ın öldürüldüğü, katledildiği yerin önünden geçtik, kızımın bir şeyden haberi yok, ona daha söylemedim. “Kızım bak bu ülkede milliyetçiler var, bunlar ırkçı, ırkı yüzünden birilerini öldürüyorlar.” demedim henüz. Yaklaşık 3 sene sonra okula başlayacak kızım. Bir devlet okulunda sabahları “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyerek ant içerek başlayacak günlerine…

İşte ben o zaman anlatacağım kızıma Hrant’ın öldürüldüğünü, katledildiğini, bu ülkeyi neden sevmediğimi, sevmediğimi ama terk etmeyeceğimi…

Birazdan gene sigara içilen odaya gideceğim, usul usul ağlayacağım… Kızıma bugünü anlatırken hangi kelimeleri seçmem gerektiğini düşüneceğim. Seçeceğim kelimeler arasında şunların olacağını çok iyi biliyorum. Milliyetçilik ve ırkçılık…

19 Kasım 2010 Cuma

Antalya


Birileri bu yazıdan alınabilir...
Kültür merkezi olan, üniversitesi olan, Devlet Opera ve Balesi olan, Devlet Tiyatrosu olan, Belediye Tiyatrosu olan, uluslararası bir film festivali olan büyüdüğüm bu şehir ilerlemesi gerekiyorken, adım adım değil koşarak, hızla geri gitmiş...

Benim dedem bile durmuş. Gerilemiyor, ama şehir bildiğiniz geri gitmiş.
Artık tek eğlence okey oynamak ve nargile içmek olmuş. Ben tirmis yiyip futbol oynardım. Dedemlerin orada bir kütüphane vardı oraya gider, çizgi romanları, Enid Blyton'ları karıştırırdım. Dedemlerde bıraktığım kitapların bile bazıları duruyor, Kaptan Grant'ın Çocukları'nın tamamı ile Enid Blyton'ın Gizli Yediler Uçak Kaçtı isimli kitabının kapağını buldum. Bir de Kar Kraliçesi ile Can yayınlarının 65 sayfaya sığdırabildiği İlyada'yı bulabildim evde. Kütüphanenin yerinde ise tıp merkezi gibi bir şey var. yani küçük çocuklar istedikleri zaman gidip komple MR çektirebilirler...

Bayram harçlıklarımı harcadığım atarici yangın söndürme cihazları satan bir yer olmuş. Deli Ayşe hala duruyor, balkondan aşağıya torbayla çöp atıyor. Bir D&R ve İletişim Kitabevi vardı Işıklar Caddesi'nde, biri Çibo öbürü de nargileci olmuş. Işıklar Caddesi'nde kitap satan yer yok. Ama kültürlü bir şehir olduğundan mütevellit Basçısından, saksafoncusuna, yan flütçüsünden darbukacısına, kanuncusuna bir sürü müzik yapan insan heykeli var. HEYKELİ var...



Ama arkalarındaki kafeler onların müzik yapmasına olanak vermiyor. Bu arada darbukacı heykelinin darbukasının içinde çöp vardı çok komikti.

Müzik yapan ise yok... Üzgünüm.
Hoca çok şey katmış Antalya'ya.

Kafamı çevirip körfezin ve arkadaki torosların manzarasına bakmak gelmedi içimden...
Peki güzel hiç bir şey yok muydu Antalya'da. Var:

Paçacı Şemsi
uwwww
Börekçi Tevfik
Hooeee
Piyazcı Mustafa
Yeaaaa
Evren'in Yengeni
Uwwwww
Antalyaspor'un eritmesi
hoooowwwww

du du du dudu sinema
du du du dudu müzik