18 Mayıs 2010 Salı

CHP Sol mu?

Adam ve kadın doktora girerler, sorunları kadının bir türlü mutlu olmaması. doktor adamı kontrol etmiş, kadını kontrol etmiş, birazcık klinik muayene falan derken şu tedaviyi uygun görmüş.

“Genç yağız bir delikanlı bulun, evinize götürün, buyurun şu havluyu, siz işinizi görürken delikanlı da havluyu sallasın.”

Adam ve kadın “Hay hay!” diyip çıkmışlar dışarı, hemen bir delikanlı ile tanışmışlar, eve koşturup atmışlar kendilerini yatak odasına, adam başlamış çalışmaya, delikanlı da havluyu sallıyor kafasının üstünde. Kadın da tık yok tabi.

Hemen üçü doktora koşmuşlar, “Nerede hata yapıyoruz doktor bey?” Doktor “Şimdi” demiş, “Siz havluyu sallayın, genç biraz çalışsın”

Hemen eve, delikanlı ile kadın yatağa girmişler, adam başlamış havluyu sallamaya, kadın yılların enerjisini dökmüş tabi yağız delikanlı sayesinde, çığlıklar…

Adam gencin kulağına eğilmiş… “Gördün mü? Havlu böyle sallanır işte”

Duymak istediklerimiz ve görmek istediklerimiz vardır sadece… zaten Marx dile getirmişti, “Baktıklarımız ve gördüklerimiz aynı şeyler olsaydı bilime ve sanata gerek kalmazdı” diye…

Solculuk ile sosyal demokrasiyi karıştırmak adettir. Her gördüğünüz yeşil partiyi sol zannetmek sık yapılan hatadır. Avrupa bu yanılsama da başı çeken gruptur maalesef. Biz de Avrupalı olduğumuza göre (Avrupa’nın teknolojisini değil de hatalarını aldığımız için(!)) biz de sık düşeriz bu yanılsamaya.

Şimdi bir de “Ulusalcılık”, “Yurtseverlik”, “Antiemperyalizm” gibi kavramları solculuk hatta sosyalizmle karıştırmak adetten hale geldi ülkemizde, aynısı Avrupa’da da görülen ama buradaki kadar sık görülen bir durum da değil.

Yeri gelmişken; milliyetçilik kavramının daha fazla adı olduğunu zannetmiyorum hiçbir ülkede…

Türkiye’de “Sol partiler” dediğiniz zaman sayabileceğiniz pek az parti vardır. Adı, bırakın sosyalisti, komünist olan TKP bile sol parti değil artık bir ulusalcı partidir, sol ile uzaktan yakından alakası yoktur, olmamalıdır zaten. Buradan Kemal Okuyan ve Aydemir Güler Beylere acil isim değişikliğine gitmeleri konusunda baskı yapmak isterdim ama onların bloğumu okuduğunu tahmin etmiyorum.

Neyse devam edelim. Ben bugün bu yanılsamayı yok etmek adına, geçen yazımda da belirttiğim üzere, sosyal demokrasi kavramını anlatarak solculuk (ya da sosyalizm diyelim bundan sonra) ve sosyal demokrasi kavramının karıştırılmaması gereken şeyler olduğunu, aslında sosyal demokrasinin kapitalizmin bir alt forumu olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Her ekonomik sistemin, her yönetim biçiminin hatta ve hatta şimdiki yaşayışımızın sebepleri tarihsel dinamikler… onun için (haddim olmayarak) kısa bir tarih dersi ile başlayalım.

Şimdi düşünün, Avrupa iki tane dünya savaşı yaşamış, 15-20 sene aralıkla. Bu esnada doğusunda sosyalizm kurulmuş, aynı sosyalizm Avrupa’yı Nazi işgalinden kurtarmış (bu kurtarma operasyonu Amerikan filmlerindeki gibi A.B.D. askerleri tarafından değil sadece büyük ölçüde Sovyet Ordusu askerleri tarafından yapılmıştır) Avrupa’da bu sayede bir sosyalizm sempatisi başlamış. Stalin daha paranoyak krizlere girmemiş. Bu esnada Doğu Avrupa sosyalizmi tercih etmiş (tercih ettirilmiş de diyenler vardır), Çin ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Vietnam, Hindistan gibi yerlerde sosyalizmi genişletme çalışmalarına başlamış…

Savaşı durdurmak, Nazi işgalini sonlandırma çalışmaları sırasında Sovyet ordusunun gittiği yerlerde dağıttıkları bildirilerle, arabalardan yaptıkları yayınlarla sosyalizmi anlatma çabaları tarih kitaplarından okunabilir. Dedik ya; Stalin daha paranoyak aktivitelere başlamadığı için Lenin’in toprak reformu gibi programları daha sağlıklı uygulanabiliyordu ve derebeylik döneminden çıkıp gelmiş fakir Avrupalıya bir işçinin toprak sahibi olması bir cennet vaadi gibi geliyordu.

Smepati ilerledikçe Avrupa (orta ve batı) ve elbette A.B.D. işten korkmaya başladı. Bu esnada ortaya Sosyal demokrasi diye bir şey atıldı.

Kurulum (instal) çok basit. Vergilendirme sistemine dayalı bir devlet kurmak. Vergilendirme şunun için ve şöyle yapılıyordu. Üretim yapabilen büyük firmalar devletin kurduğu amme havuzuna vergi vermek mecburiyetindedirler, mecburlardır ki, bu amme havuzunda biriken paradan kamu sağlık, eğitim gibi devletin sağlaması gereken temel ihtiyaçlarını karşılayabilsin.

Örnek ülkemiz Almanya, vergi veren kapitalist kuruluşumuz da Volkswagen olsun.

Her şey güzel gidiyor aslında ilk başta. Volkswagen havuzu dolduruyor, halk o havuzdan temel ihtiyaçlarını karşılıyor devlet de dış ve iç borcunu belli sınırlar içinde tutabiliyordu. Maaşlar aynı, enflasyon sabit orandaydı. Volkswagen ‘de havuza verdiği parayı araba fiyatlarını arttırarak kapatmaya çalışıyor, ortada aynı ayarda araba olmadığı için tepki çekmiyordu.

Ama devinim geçiren dünyada hiçbir şey istediğimiz gibi gitmeyebiliyor (bir kez daha Schopenhauer’a saygılarımızı iletiyoruz). Sovyetler Birliği iki önemli değişim yaşadı, birincisi Stalin’in değişen politikaları ve bununla beraber oluşan bir parti karışıklığı (bürokrasi yükselişi) ve daha da önemlisi soğuk savaş. Sovyetler birliği yavaş yavaş çözülme emareleri vermeye başlıyor, doğu bloğu ülkelerinde de Sovyetler Birliğine benzer bürokrasi eziyeti (parti komiserlerinin bürokrasisi, insancıl olmayan durumlar) baş gösteriyor ve sosyalizm yavaş yavaş A.B.D.’nin istediği düzeye geliyordu. Bunun önemini birazdan anlayacaksınız.

Bu arada Uzak Asya’da da bazı değişimler oluyordu. Çin kapalı sosyalizmden (aslında tam adı devlet kapitalizmidir) yavaş yavaş vazgeçiyor, Japonya kendisine karşı işlenen insanlık suçunun (şişman adam ve küçük çocuğun işlediği suçtan bahsediyorum) yaralarını kapatıyordu.

Hal böyleyken şu durum ortaya çıktı, Yeltsin Rusya’yı oluşturdu, Çin sınırlarını açtı ve üretim yapmaya başladı, Japonya keza üretim hızını arttırdı, doğu bloğu ülkeleri sosyalizm kavramından vazgeçti ve kapitalist olmaya karar verdi, böylece bir anda insanlar çalıştıkları yerlerden çıkıp sokaklarda oturmaya, işsizlik maaşı beklemeye başladılar (işsizlik maaşı o Volkswagen’in doldurduğu havuzdan verilir)

Çin ve Japonya üretim yaptıkça Avrupa’nın kapısına dayanmaya çalıştılar. Şöyle bir durum ortaya çıktı.

İş gücünün fazla olduğu iki ülkeden bahsediyorum. Üretim daha ucuza yapılabiliyor. Ama iki önemli dinamik daha var, bunlardan biri teknolojiktir. Örneğin Japonya’nın bugüne kadar yeni bir şey icat ettiğine şahit olmamışızdır. Bunun nedeni çok basit. Bu beyefendiler sadece üretimi nasıl daha ucuza getiririz, nasıl daha küçük yapıp taşıma kolaylığı elde ederiz gibi veriler üzerinde üretim planlaması yapıyorlar. İkinci dinamik daha sosyolojik bir dinamiktir. Bu iki ülkede de ulus devletçiliğinden bahsedebiliriz. İki ülkede ordularının yüceliğine inanırlar. Çin’in hala büyük gösteriler yapan Mao ordusu varken, Japonya inanılmaz gururlu bir askerlik cemiyeti olan samuray kavramından beslenir. Bu insanlara devlet-asker ikilisine bağlılık yemini ettirirseniz bu insanlar çalışırlar. Kaldı ki her iki ülkede savaştan çok büyük yaralar almış, ve bundan daha ötesini yaşayamayız kavramıyla canla başla çalışmaya başlamışlardır.

Bunun üzerine Japonya Toyota’yı Avrupa’ya gönderir.

Toyota Volkswagen ayarında bir arabadır ama daha ucuzdur, çünkü Japonya’da sosyal demokrasi vergisi diye bir şey yoktur. Bunun üzerine Pazar payını kaybetmek istemeyen Volkswagen devletten havuz vergisini düşürmesini ister (Herr Helmut, Bitte schreiben sie billig… yani Sayın başbakanım yapın bir kolaylık). Devlet bu paranın kaybolmasını istemez. İnsanların temel ihtiyaçları bu havuzdan karşılanmaktadır. Ve Helmut Kohl cevap verir “Einschuldigung Herr Volkswagen, ich möchte daha çok köfte”

Volkswagen etrafına bakar. Bir kapitalist etrafına bakıyorsa kaçın, bir Amerikan askeri etrafına bakıyorsa kaçın, bir Aksaray-Taksim hattı dolmuş şoförü etrafına bakıyorsa kaçın…

Volkswagen etrafına bakar ve fabrikasında çalışan işçileri görür. Ve seslenir onlara “Kommst du mich nach schnell nach schnell” (burayı nazi askerlerinin söyleyişine benzetmeye çalıştım), şöyle der onlara;

“Bakın sevgili işçilerim, bizim arabalar çok güzel, acayip seri kaçıyorlar, ama çok pahalı namussuzlar. Bu çekik gözlü adamlar Toyota diye bir marka getirdi, onların ki de güzel, ama ucuz. Ben arabaları ucuzlatmaya karar verdim, yoksa bütün hepsine benim bacanak binecek arabaların.”, işçiler; “Peki patron, ucuzlat o zaman ne diyeyim, sonuçta parayı alan sensin, ben artı değeri yaratıyorum ama sen parsayı topluyorsun, sonuçta benim maaş sabit.” Der.

Volkswagen patronu; “Hah bende oraya gelecektim, ya şimdi ben kendi hayatımdan tavizler vermeyeceğime göre, sonuçta ben patronum, bu indirim işini sizin üzerinizden yapmayı düşünüyordum” der.

İşçiler ayaklanır, “Hooop Herr Götzeller, ne demek istiyorsun, bizim maaşımızda indirime gidemezsin…” derler… patron bunun üzerine Münir Özkul karşısında ki fabrikatör Saim bey gülüşünü yaparak “Macaristan’da çok ucuz işçiler var, ben fabrikayı oraya taşıyayım mı?” der…

Doğu bloğunun önemi de anlaşıldı sanırım.

sosyal demokrasi de anlaşıldı sanırım...

sosyalizmi anlatabilirim umarım bir gün sizlere.

Bugün fabrikalar (fabrika diye kısıtlamayın) finans oyunlarıyla para kazandığı için kar marjlarını daha düşük göstermekte, daha az vergi vermekte, havuz daha az dolmaktadır.

Sosyal demokrasinin çalışıp çalışmadığı konusunda daha sonra tartışabiliriz ama sosyal demokrasi ile, sosyal devlet ile, sosyalizmi karıştırmak çok çok abestir. İkisi aynı familyadan bile değildir.

Şimdi… Sayın Baykal istifasını verdikten sonra, “İnadına Baykal, İnadına Sol!” diye bağırmak yanlıştır. Yapmayın etmeyin. Bak lütfen diyorum.

Solcuyum demek bir ahlak meselesi, bir yaşayış meselesi ve (bana göre) bir saygı meselesidir. Önce Voltaire okumak gerekir solcu olmak için. Teşekkür ederim

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder