30 Aralık 2009 Çarşamba

Yükümün Yolculuğu

Sırtımdaki ağırlık gittikçe artıyordu, büyük dedemin aktardan alıp evin sahanlığına koyduğu ve nazardan sakladığı rivayet edilen sıvı metal gibi ağır artık sırtıma bağladığım bohçam. Büyük dedem o cam tüpü kırdığımda neredeyse beni evden kovuyordu, bense onun azarlarını dinlerken gözlerimi yere dikmiştim; utancımdan değil de dökülen sıvı metalin göz kamaştırıcı güzelliğini izliyordum yerde...

Sırtımdaki bohça gittikçe ağırlaşıyor.

Balat'tan Eyüp'ün sırtlarına doğru inerken artık atımı terk ettim. Bayırı inerken sırtımdaki bohçanın daha fazla sallanıp taşıdığım değerli emanetin ziyan olmasını istemiyordum.Atımı külhanların takıldığı bir meyhaneye bağlayıp, oradaki kıpti çocuğa da atıma göz kulak olması için bir kaç akçe verip uzaklaştım. Yürümek zor... Yolun kenarındaki lale tarhlarına fazla dalıp gitmeden, yoluma bakıyordum. Taşıdığım yükün manevi ağırlığı karşısında zaten dimağım allak bullak olmuştu.

Eyüp semtine geldiğimde bir Rumun, sarayın özel izniyle açtığı ve içinde aklını oynatmış zavallılara deney yaptığı efsane gelen bimarhanenin önünden geçtim. Paşa babamın da sürekli anlattığı gibi buralar hayli tehlikeli yerlerdi. Rum doktorun, ki doktor olduğu sadece rivayet ediliyor kimisi de frenk ellerinden getirdiği uyuşturucularla, aşkın, kederin elinden aklını oynatmış zavallı hastaları iyi etmeye çalıştığını söylüyordu. Bu bimarhaneye ta Nemçe'lerden, Acem ellerinden, Lehistan'dan bile artık derdi devası kalmayan, nice büyücülere, nice hekimlere gitmiş hastaların yakınlarının artık atılacaksa atılsın, ölecekse de burada ölsün, belki iyi olur diye hastalarını getirip bıraktıkları söyleniyordu. Hal böyle olunca da hem kaçan hastaların çevreye yayılması ile hasıl olan tehlike hem de bu hastaların yakınlarını artık bulacak mededi kalmadığı için bir de etrafa bakalım demelerini hemen değerli hale getirip onların bu acı hallerini maddiyata dönüştürmeye çalışan, buralarda dükkan açmış nice dolandırıcının simya, büyü, sihir evlerinin önünde biriken kişilerin tehlikeleri vardı bu mahallede. Yokuştan aşağı inerken sırtımdaki tüyler iyice kalktı. Önce hızlı yürümekten dolayı adeta at gibi terlemiş bedenimin bir oyunu zannettim bu durumu ama sonra anladım ki hep o efsanelere konu olmuş Macar büyücünün evine yaklaşmıştım. Zihnimin bana küçük oyunu bir kez daha başlamıştı...

Dersaadet'e yeni gelen ve Bulgar Andre'nin işlettiği meyhanede keman çalan kızıl saçlı frenk karının karşılığını veren levendlerle halvet olup olmadığından tutun da, padişah hazretlerinin yeniçeriler tarafından hal edilip edilmeyeceğine kadar, ulemanın şeriat elden gidiyor diye bağırmasının ardında yatan sebeplerden tutun da Çengel Köyünün üzerindeki sırtlarda oturup millete sattığı afyonlarla, esrarlarla zengin olup sonradan padişah efendimizin hazinesine binlerce altın bağışlamak suretiyle oğlunu vezir yapmış bir elekçi divanesinin dedikodularına kadar her şeye rastlayabileceğiniz kahvehanelerde, göbeğini kaşıya kaşıya tömbekisini ciğerlerine kadar çeken kel adamların konuşup durduğu, küçük çocukları korkutmak için de anlatılan hikayelerden biri de bu Macar büyücü hakkındaydı...

Komşularına göre biraz daha yüksekte kaldığından şimal rüzgarlarını yiye yiye iyice viraneye dönmüş evinin penceresinden beline kadar sarkmış, tas kebabını yemekten iyice yağlanmış göbeği acımasın diye de altına bir kırlent koyup oturan bu Macar büyücü sokağından gelene geçene bakar, onların ne taşıdığını sadece kafalarının üstünü görse dahi şıp diye anlarmış. Kiminin Allah vergisi bir hediye olduğu söylenen bu yeteneğin, kimine göre de kaynağı bu Macar adamın vakt-i zamanında Romanya civarında vampirleriyle nam salmış, Transilvanya topraklarında dolaşırken maruz kaldığı bir büyü imiş.

Her neyse ne olsun fakat bu adamın, bu şeytanın askeri olduğu söylenen bu adamın gördüğü kafaların altında ne düşündüğünü, gizli saklı değerli hangi bilgiyi taşıdığından tutunda, terkisinde, bohçasında elmas, zümrüt, altın yahut değerli kağıt parçaları taşıyıp taşımadığına kadar her şeyi gören bir üçüncü gözü varmış. Kıymetli bir yük taşıdığına kanaat getirdiği ademoğullarını bir yolunu bulup yukarıya o viranesine getirtirmiş. Kim bilir; gençleri güzel kızlarla kandırır, kadınları da uzun ve biçimli zekeriyle aldatırmış yukarıya çağırmak için. Bir gonca memeye, iki çift elmas gibi parlayan göze ve onu öpecek kıymetli hattatların çizdiği gibi dudaklara hasret gençler, babasının dayağından, kaynanasının dırdırından ve gerdeğinden beridir ateşini söndürememiş kocasından bıkmış ve zekerinin güzelliğine aldanan kadınlar koşup çıkarlarmış viranenin tepesine ve ellerinde ya da dimağlarında ne varsa kaybedip yitirirler, o vaat edilen hiç bir şeyi de alamadan hatta biraz da akıllarını kaybedip çıkarlarmış. Belki de gidecekleri bir sonraki ev az önce geride kalan Rum'un işlettiği bimarhane olurmuş...

Yükümün değerli olduğunu bildiğimden, iyice korkmaya, aklıma mukayyet olamamaya başladım. ne olursa olsun bu bohçadaki değerli yüküm Büyük Dayım Mustafa Paşa'ya ulaştırılmalıydı.

Gözümün önüne uçsuz bucaksız bir çölü, çölde yalnız başıma divane olduğumu getirerek ve yükümün pahası ile ilgili her şeyi dimağımdan çıkartarak yürümeye başladım. Viranenin önünden geçerken beynime saplanan bıçakların şiddetini hissedebiliyordum... Tek tek saplanan ve azap veren binlerce ince uçlu piç kılıcının beynimin kıvrımlarına girip girip çıktığını hissediyordum. Gözlerimde daha fazla tutamadığım ve boşalan yaşlar artık kıpkırmızıydı. Kan ağlıyor, bir yandan başımı tutuyor, bu cehennem azabının sonlanması için bildiğim tüm duaları Cenab-ül Rabbül Alemime yakarıyordum...

Tam o sırada bir mucize oldu. Anamın dediği gibi içimde hiç kötülük taşımadığımdan mı yoksa çok küçükken komşunun kızının süt gibi bacaklarına bakmak için onunla ağacın altında yatarken gelen yılanı Allahın bana verdiği güçle o kızı sokamadan boğduğum için, kızın ettiği binlerce duadan mıdır bilinmez bir mucize hasıl oluverdi ben artık ölüp bu dünyadan göçmek üzereyken. Sarhoş sarhoş naralar atarak, kollarına kıstırdıkları fahişeler bir ellerinde, öbür ellerinde şarap testileri dolaşan bir grup levend kılıklı adam hasıl oldu sokağın başından. ayaklarının altındaki taşları bile ağlatan vücutlarıyla gemici dövmelerini göstere göstere, küfürler, naralar ata ata, frenk dilinde şarkılar söyleye söyleye sokağı yarmaya başladılar. Dün Saray Burnu açıklarına demirleyen kocaman Venedik kalyonunun gemicileriydiler herhalde. Her kimseler Allah onlardan razı olsun, herhalde kalabalığın yarattığı karışıklıktan olacak ben beynime saplanmış çelik kılıçların bir bir çıkıp gittiğini hissettim.

Bacaklarıma yeni bir güç gelmiş, yeniden doğmuştum. Bohçama, o değerli yüküme sarılarak halicin kenarından Feshane'ye doğru koşmaya başladım. Oradan kalkan üç çiftli, beş çiftli sandallara binip Galata tarafına geçecektim. yolculuğumun bundan sonrası kolaydı.

Sandala atladığımda hemen yerime oturup, bohçamı sıkıca kucağıma aldım, bir annenin bebeğini korumak istemesi gibi üzerine yattım. karşı kıyıya geçmek için ödenmesi gereken 4 akçelik ücreti öderken bir gözünün sadece akı kalmış, bir bacağını da kim bilir hangi kazada topal etmiş sandalcı, şaraptan ve tömbekiden kısılmış sesiyle bana "Oğul oğul, taşıdığın yük ne denli değerliyse sen de o kadar değerli, sen de o kadar büyüksündür. Yükünün değerini bildiğin gibi kendi büyüklüğünü de bil, başını dik tut, bununla övün, Cenab-ı Allah sana daima yardım edecektir. Sen akşamları bir testi şarabını iç, güzel avratlara hallen ama sabah Apollon gözlerini açar açmaz yüküne, taşıdığın pahaya geri dön, ama gururundan sabahında da akşamında da vazgeçme." dedi, kör gözünü kırpıp gevrek gevrek güldü.


Galata bayırını tırmanırken artık daha mağrurdum...

Büyük Dayım Mustafa Paşa'nın evine vardığımda kapıyı Büyük Dayım açtı; bohçamı açıp anamın özenle paketlediği aşureyi çıkardım. "Buyur Dayıbey, afiyetle yiyiniz"dedim.

Büyük Dayım "Beyzade, gir de iki soluklan hele" dediyse de ben onun elini öptüm, haremine başımla selam verip attım kendimi sokaklara... Galata'nın meyhanelerine gidip biraz sandalcının dediğini yapmaya, biraz gururlu olmaya...




Ne Tolkien'in Yüzük Taşıyıcıları, ne David Eddings'in Silmarilion'u ne Ursula'nın saklanması gereken isimleri... hiç bir şeyi bir yerden bir yere götürmek şu aşure kadar zor olmamıştır arkadaş.


Siz siz olun bir büyüğünüz evde aşure yapıyorsa, hele bitmek üzereyse bir yolunu bulup hızla uzaklaşın oradan. Onu dağıtmak görevi size düşerse şayet hızla kaçın oradan, ardınıza dahi bakmadan kaçın. Kutsal emanet... Sanki Enigma'yı talıyoruz...

29 Aralık 2009 Salı

Aşure

Bir iş istiyorum sadece...

İşsiz kaldığımda nelerle uğraştığımı görün lütfen...

Annem aşure yaparken benden yardım istedi. Hatta bunu bir parça teoloji ile perçinledi ve "Senin de elin değsin, sen de bereketten biraz faydalan" dedi.
Annemi mutlu etmek adına giriştim aşure yapımına...


Aşure yaparken dikkat edilmesi gereken hususlar var;
Birincisi tüm malzemeler hazır olmadan işe girişmeyin... Annemin yüzünden 8 kere bakkala gitmek zorunda kaldım. İkinci dikkat edilmesi gereken husus ise tıpkı ateşte pişen diğer yemeklerde de olduğu gibi sıcak olacağı... kaynamış kayısı kurularına direk atlayıp "Ben bunları iki dakikada dilimlerim" dememelisiniz. Parmak uçlarımın derileri yepisyeni oldu.
Üçüncü ve en önemli husus, sakın ha sakın, aşurenin kökenini sorgulamayın...

İmalat esnasında anneme "Anne bu aşurenin çıkış kaynağı Nuh Tufanı değil mi?" dedim.
"Evet" dedi. Devam ettirdim konuşmayı çünkü bana mantıksız gelen yerler vardı.
"Peki... Şimdi bunlar gemideki erzakları değerlendirmek adına hepsini bir kazana atıp kaynatmışlar ve herkes doymuş, böylece aşure ortaya çıkmış ya hani..."
"Evet?"
"Şimdi bu adamcağız bir gün kuru fasulyeyi pişirse, ertesi gün kayısı kurusu yeseler, bir sonraki gün buğdayı pişirip karınlarını doyursalar daha uzun süre yetmez miydi?"
Mantık dolu cevap anneden geldi.
"Oğlum hepsinden azar azar varmıştır, herkese yetsin diye öyle yapmışlardır belki!"
"Evet!!!"

Altın kural 102: Anneye cevap verme
Altın kural 212: Efsaneleri, özellikle teoloji ile ilgili olanları sorgulama.
Altın kural 568: Bakkala giderken üzerine mont geçir; güneşe aldandık, tırık olacağız.

28 Aralık 2009 Pazartesi

32. Dakar Rallisi

Ramzey'in QM200 modelini kullanıyorum 2 seneden bu yana... Hayır arkadaş, bir insan bir motorla bu kadar mı özdeşleşir. Geçenlerde kendi kendime yürürken aldığım bir kararla bu motoru satmamaya karar vermiştim.

Geçen sene kış aylarında Attila Musluoğlu (Africa Twin), Çetin Kıymet (Africa Twin), Memo Tembelçizer (Transalp), Fatih Altunkaynak (Kanuni Enduru200) ve ben Delmece'ye gitmiştik. Motorlar yarı yolda bırakıldı kar yüzünden, biz devam ettik zirveye, sonra motorları alamadan, bir günlük mahsur kalma tecrübesinden sonra aşşağıya indik. 21 gün sonra motorlarımızı alabilmiştik. valla ne yalan söyleyeyim sevgili canım abilerim ablalarım, 21 gün kar altında kalmış motorumun marşına bastığım an çalışmıştı. Seviyorum allahsızı...

Geri döndükten sonra Ramzey fabrikasına mail attım. "Bakın ben böyle böyle bir şey yaşadım, çok güzel motor allahsız, yapın bunun 450'lik bir modelini ben sizin adınıza Dakar Rallisi'ne katılayım"

Kaale bile almadılar tabi sanırım ki cevap gelmedi.

Neyse dostlar...

Enduru ya da cross kullanan, ralliye biraz merak salmış her gencin rüyasını süsler Dakar rallisi. 2008 yılına kadar Paris başlama noktası olmak üzere Güney Batı Afrika'daki Dakar kentine kadar gidip gelmece şeklşinde yapılan bu yarış, kamyon, otomobil ve motosiklet kategorilerinden oluşuyor. 8000-12000 km oluyor ve 16 gün kadar sürüyor.

2009'da Arjantin ve Şili'de yapıldı. Sebep Afrika'daki terör olayları. Peki onu anladık, Güney Amerika'ya taşıdınız ralliyi ama adını değiştirin bari. Saplantı olarak kalmanın ve bu işi pazarlama stratejisi olarak uygulamanın biz duygusal motosiklet severleri ne kadar yıprattığını biliyor musunuz siz sayın ralli organizatörleri.

Bir de şundan bahsedip kapatalım Dakar konusunu.


2006 yılından beri KTM 640 Adventure motosikletleri ile Kemal Merkit ve Kutlu Torunlar katılıyor Dakar rallisine Türkiye'den. Bu sene ki yarış 01 Ocak 2010 tarihinde başlıyor. Kemal Merkit ve Kutlu torunlar şu anda Arjantin'deler. Gitmeden önce bir basın toplantısı yaptılar ve Merkit şöyle konuştu:
"İlk 3'e girmek istiyoruz hatta birinciliği hedefliyoruz"

Dakar'da milli duygu olmaz bunu baştan söyleyeyim. Dakar bir ölüm kalım savaşı, her sene kaybolanlar, canını yitirenler, hayatlarının en büyük azabını çekenler oluyor bu yarışta. Merkit ve Torunlar geçen sene teknik arızadan dolayı yarışı bitirememişlerdi.

Geçen sene Arjantin Şili yarışını takip ederken Tamer bir fotoğraf göndermişti. Fotoğrafı şimdi sizinle paylaşamıyorum kendi bilgisayarımdan yazmadığım için ama bir kadın ve motosiklet kaskı düşünün. Bu kadının öyle bir sinirli kocası olduğunu düşünün ki; kadını her gün 5 kere sadece zevk olsun diye dövüyor, kaskı da meze niyetine yerden yere vuruyor. Allah muhafaza, Sahil muhafaza, gümrük muhafaza. Dakar böyle bir şey... Ölüm diyorum ya...

Sayın Merkit ve Torunlar... Dakar'ı bitirin, başka ihsan istemez.

26 Aralık 2009 Cumartesi

2009 Bitiyor...

Modaya uyalım..

Herkes yapacak, herkes 2009'un önemli olaylarını bir kez daha gözler önüne serecek ama ben de yapmak istediğimin farkına vardım... Onun için sizleri rahatsız edeceğim. Fakat hadiseleri kendi açımdan yorumlaya çalışacağım, bu yüzden unuttuğum olaylar olabilir. Bu durum benim unutmamdan değil mevzu bahis hadisenin benim ilgimi yeterince çekememesinden kaynaklanmaktadır. Kamuoyuna duyurulur. Madem öyle başlayalım yavaş yavaş...

Neler olmadı ki 2009 yılında. Münevver Karabulut cinayeti ve sonrası, İtalya depremi, Hudson nehrine iniş yapan uçak, Yine bir uçak kazasından bahsedecek olursak Rio de Janeiro-Paris seferini yaparken düşen uçak, Domuz gribi, Roberto Carlos'un Fenerbahçe'den gidişi ve Cristiano Ronaldo'nun rekor transfer ücretiyle Real Madrid'e transferi, İran seçimleri, Honduras darbesi, Amerika Birleşik Devletleri'nin ilk siyahi başkanı, İsrail'in Gazze'ye girmesi... ve buraya yazmadığım diğer binlerce olay. Bunları bu yazıda bulamayacaksınız.

Benim ilgimi çekenleri sıralayacağım ben sadece...

DAHA GELMEM DAVOS'A

Gelme...
Dünya üzerinde olayı bilmeyen 1.000.000.000 insan olduğunu zannetmiyorum. T.C. Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın Peres'e çıkışı, moderatörü azarlayışı ve Davos'u terk etmesi olarak özetlenebilir.

Hiç bir şekilde uluslararası alanda bir başarı sağlamayacak bu hareket Türkiye'de büyük alkış aldı, hatta başbakanı sevmeyen tarafta olanlar bile bıyık altından başbakanı takdir ettiler. Hatta Erdoğan Türkiye'ye döndüğünde onu havaalanında karşılayan büyük kalabalığın elinde tuttuğu dövizlerden birini net hatırlıyorum: "DÜNYA BAŞBAKAN GÖRSÜN"

Hepimizin bildiği olay sonrasında düzenlediği basın toplantısında Recep Tayyip Erdoğan'ın konuşmasından benim ilgimi çeken iki söz "kabile reisi değiliz" ve "monşerlerin dilinden anlamam" oldu...

Sayın Başbakan kabile reisi olmadığını Türkiye'ye hatırlatırken "Kabine Reisi" olduğunu unutuvermiş sanırım. Monşerlerin dilinden anlamamasını ise her ne kdar burada uzun uzun eleştirmek istesem de yapmayacağım. Sadece şunu söylemek isterim. Sayın başbakanım; konuşmanız içinde geçen ve dünyada bir fenomen olan "One Minute" çıkışınız monşerlerin dilinden neden anlamadığınızı gösteriyor... Saygılarımla.

İşte benim için 2009'un en önemli olaylarından ilki buydu...

LIGHTNING BOLT

2008 yazı... kardeşim, bir kaç arkadaşım toplanmışız bizim evde. Biralar falan alınmış, hararetli hararetli tartışılıyor ve yarış zamanı bekleniyor.

Asafa Powel'lı, Tyon Gay'li ve elbette Usain Bolt'lu bir 100 m mücadelesi izleyeceğiz.
Arkadaş, 100 m. mücadelesi izlemek öyle zevkli bir şey değil. Düşünün; güzel bir ortam hazırlamışsın, biralar falan var, muhabbet olacak yarış başlıyor ve bitiyor. 10 saniye sürmüyor.
Elbette öyle değil. yarış başlamadan tahmin oyunu tarzı bir sohbet devam ederken, yarış bittikten sonra "Vay be!" tandanslı konuşmalar başlıyor. Zevkli yani. Berlin 2009 Dünya Atletizm Şampiyonası'nda yarış başlamadan evvel kazanan tahmini sohbetlerinden çok Usain Bolt'un rekor kırıp kıramayacağı tartışıldı yine bizim evde.

Bolt 9.69'luk rekorunu 9.58'e çekti ve bir kez daha yarış bitiminde "Vay be!" nidaları yankılandı kulaklarımızda. Yarış sonrasında onun insan olmadığına dair türlü şeyler söylenmiş olsa da en güzel yorum kardeşimden geldi. "Bu Jamaikalılar doping testlerinde çıkmayan bir ot bulmuşlar"

ANKARASPOR'UN KÜME DÜŞÜRÜLMESİ

Gün geçmiyor ki dünyada babalar oğullarına hediye almasın... alsın tabi; ben de alıyorum çocuğuma hediye... Bir babanın çocuğuna oynasın diye oyuncak bebek, tren aldığı görülmüştür, hatta gitsin gezsin hız yapsın diye son model hızlı arabalar almıştır, belki kızlarına şirket açmıştır. Ama gerek basın organlarından, gerek şahit olduğum olaylardan hiç birinde bir babanın oğluna "Al oğlum bu futbol takımıyla oyna dilediğin gibi" dediğini duymamıştım...
Sayın İ. Melih Gökçek resmen oğluna bir futbol takımı hediye etti. Kendisi Ankaraspor'un onursal başkanı idi, oğlu da aynı takımın futbol şube sorumlusu idi. Baba oğul nasıl bir dümen çevirdiler, nasıl bir yeke tutuşudur o hiç anlamadım ve bir anda Ankaragücü'nü sahiplendiler.

Bir Gençlerbirliği taraftarı olmamdan mütevellit değil sadece Ankaragücü'nü sevmemem; sarı lacivertli takımın 1. lige yükselişi de Kenan Evren tarafından sağlandığı için sevmem kendilerini... Artık bir sebep daha var Ankaragücü yenilince sevinmem için...

Federasyon yöneticilerin her iki kulüple de organik bağlarının olduğu gerekçesiyle Ankaraspor'u küme düşürdü. Karardan sonra oynayacağı maçları ve karar gününe kadar oynadığı maçları 3-0 rakip takım lehine bitirdi. Yani bugün Türkcell süper ligde bütün takımların 6 puanı ve 6 gol averajı cepte... Ankaraspor elbette Tahkim Kurulu'na gitti. Tahkim kurulu da cezayı onadı.

Bir gece Nevizade'de Tahkim Kurulu'ndan bir tanıdığımla gayet Off the Record bir görüşme yapıyordum (bildiğiniz bira muhabbeti) haklı olup olmadıklarını sorduğumda bana "UEFA ve FIFA'da benzer olaylarda alınmış kararlara baktın mı hiç?" dedi. Bakmamıştım... "Biraz baktım" dedim. "O zaman bütün kararların bizimkiyle aynı olduğunu görmüşsündür" dedi. Kendisi avukat fazla yarışmadım.



Şimdi ligde 17 takım var, her hafta bir takım tatil yapıyor. İki takım Bank Asya'ya gidecek dekont almaya, oradan Türkcell'e konturlu 3 takım gelecek... ne olacak bu işin sonu bilmiyorum... Hikayenin asıl kahramanı Ahmet Gökçek ise haa Ankaragücü'nün başında. Ahmet bey... Yukarıda ki kara kuru adam var ya, uzun boylu, Hüseyin... O kovalasın sizi.


KÜRT AÇILIMI

Bir problem çözümü için bunca yıldır beklemenin mantıksızlığına vakıf olabilmek için iç dinamiklere bakmak gerekir. Hiç konuşmayalım neden bu kadar yıl beklediğimizi. Ama bütün dünya izledi bu açılımı, ve devam ettiği sürece izleyecek.
Umarım devam eder ve problem çözüme ulaşır.



Ama bir noktaya parmak basmak gerektiğine inanıyorum...

Şimdi ülkemizde "ULUSALCI" diye bir kavram var. Sanıyorum dünyanın başka hiç bir ülkesinde "Milliyetçilik" kavramının bu kadar çok adı olmamıştı. Bu 78 solcularının (bakınız "solcu" diyorum, sosyalist falan demiyorum) bir kısmı -ki büyük çoğunluğu CHP'liler- "Ya biz vakti zamanında milliyetçilerle kavga ediyorduk. Şimdi kendimize milliyetçi dedirtmeyelim, biz kendimize 'ulusalcı' diyelim" demişler.

Ülkemiz Ulusalcılarının büyük çoğunluğu bu açılıma "hayır" diyor bugün. Esmeye gürlemeye gelince özgürlük mücadelesi veren IRA'yı savun, ETA söz konusu olduğunda Franco'ya küfret sonra "Teröristle masaya mı oturacağız" de... ACİL BARIŞ...

HADRON ÇARPIŞTIRICISINDA İLK ÇARPIŞMA DENEYİ


Bilenler bilmeyenlere anlatsın; bir dönem fizik okumuştum Fen- Edebiyat Fakültesinde. Cern'deki deneyi ilk okuduğumda heyecanlandım. Sonra anlamadığım için kapattım internet sayfalarını... Ben fizik okumuştum, az çok rölativistik taneciklere hakimim, kuantum fiziğini ucundan hissettim, mekanik zaten en iyi dersimdi Newton'u babam kadar severim... Ama konudan anlayan anlamayan herkes bir işin ucundan tutmak sevdalısı olduğundan yazıp çiziverdiler.

Bakın başından söylüyorum. Bu sizin 150$ verip, Nişantaşı'nda gittiğiniz Kuantum Konferanslarına benzemez. Kuantum öyle herkesin anlayacağı bir şey değil. Kaldı ki dünyanın yok olduğu falan da yok. Dünyayı o konferansta sana dağıtılan broşürü yere atman yok edecek, Hadron Çarpıştırıcısı değil...

Son bir anekdot.
İlk deney yapılmadan önce millet ayaklanmış "Kıyamet kopacak" diye. Hemen ertesi günü ntvmsnbc.com'da bir haber. "Cern Deneyi İntihar Ettirdi" diye. Haberi bulamadım. Özetle şöyle: Hindistan'da 16 yaşındaki bir genç kız deney yapılırken "Nasıl olsa kıyamet kopacak" diye intihar etmiş. Olayın vahameti, basının yanlış yansıtmaları sonucu giden canın haberi. Gülmedik tabi ama altındaki okuyucu yorumuna yarıldım:
"Ah be salak... Madem kıyametin kopacağına inandın, neden intihar edip böyle bir görsel şöleni kaçırıyorsun ki?"

Abimiz gurbette bu görsel şöleni yaşamış biliyor tabi. Ülkemizde bu şölene hiç rastlamadık...

1 MAYIS 2009

Hiç bir söze gerek yok... Slogan güzel:

"İŞTE TAKSİM İŞTE MAYIS"



BİLGE KÖYÜ KATLİAMI

İnsanlık insanlık olalı böyle bir zulüm görmemiştir belki de... Tarihin sayflarından binlerce örnek çıkarabilirsiniz bunun gibi katliamlara, fakat bu farklıydı, bu ağlatamıyordu bile.



Hiç bir şey yazamam ben... Adorno'nun "Auswitsch'den sonra sanat yapılamaz" sözü aklıma geliyor...

Tek bir şey var. O silahları, o ellere verenler şimdi yaşamıyorlar. Ve bunun için sevinçli olmalılar. O silahları onlara dağıtan kişinin tıknaz bir planlamacı olduğu rivayet edilir. Gayriresmi tarih bunu yazacak...

YIKANMAK İSTEMEYEN BİR ÇOCUK ÖLDÜ

2009'da çok kişi öldü. Hatta blogda yazdık son 10 yılın ünlülerini, ama biri beni çok daha fazla üzdü...

Kendisiyle bir kaç sohbette bulunabilme şansına nail olabilmiş idim. Bu kadar entellektüal, aynı zamanda eğlenceli, aynı zamanda da zevklisine rastlamamıştım... Ünsal Oskay'ı bu sene kaybettik...



Popüler kültürün, Frankfurt Okulu'nun, postmodernizmin, Marx'ın ve daha nice şeyin ülkemizdeki sesi soluğu öldü. Geriye ne kaldı... Size söyleyeyim:
Onun dediği gibi rakı içelim, onun dediği gibi kavga etmeden konuşalım, onun dediği gibi kadınlardan zevk alalım, onun dediği gibi okuyalım...

Kendisinin şöyle bir sözü vardı: "20 yaşına kadar Marx okumamış bir eşektir. Marx okumuş ama marksist olmamış biri eşşoğlueşşektir" Altına imzamı atarım (bana ne oluyorsa)...

2009 YILI YEREL SEÇİMLERİ YAPILDI

Artık hiç çekinmeden duyduğumuz güzel sözlerden biri seçim sonralarında; "Seçimler herhangi bir olay yaşanmadan bitti"...

Seçimlerde olay yaşanmadı da sonuçları ne oldu... Hiç şüphesiz olaydı...


Uzun bir aradan sonra ilk defa bir İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanı tekrar seçilebildi, Muhsin Yazıcıoğlu'nun seçim arefesinde hayatını kaybetmesi, BBP'ye bir belediye olarak geri döndü ve en önemli olay İ. Melih Gökçek yeniden seçildi... Seçimler olaysız geçti ama sonuçlarındaki olaylardan bazıları bunlardı. şimdi AKP'nin denize kıyısı yok, olsun haşemayla zaten zor deniz olayı. CHP ise bildiğiniz gibi. Umut veren tek sonuç İzmir Dikili'den. Bize ise içki satmadılar... Olan o oldu... Melih Gökçek ya...

Karin Melis Mey yazmak istedim, Ergenekon yazmak istedim, YARSAV'ı yazmak istedim, Beşiktaş'ın çifte kupasını yazmak istedim ama 2009 yılının yorgunluğu var üzerimde... Bir çok şeyi de unuttum eminim. Sizler hatırlatırsınız arada yine yazarız. 2010 hepimiz için iyi bir yıl olsun... Bu arada belirtmeden edemeyeceğim. Benim için 2009 tam bitti bitiyor ve bu da kötü bitiyor derken bir anda güzel bir şey oluverdi... Olabiliyormuş...

25 Aralık 2009 Cuma

Anılar - 2

Bu dünyada bizden farklı düşünen insanlar vardır efendim... Bazen sınıflandırırız hani insanları, "Bu çok rasyonel bir adam", "Ay ay bu çocuk ne kadar duygusal!" deriz (ikincisi pek şık durdu).

Bir arkadaşımız var bizden farklı düşünüyor, daha doğrusu doğru yerde doğru şeyleri düşünmüyor. Hani direk salak yaftasını yapıştırmayalım fakat, saf diyebileceğimiz niteliklerde bir kızcağız. Hikayemizin kahramanı bu kızımızı ele güne rezil etmemek açısından şimdilik cenıfır olarak adlandıralım.

Pek kadim dostum Uygar Üstündağ ve diğer kadim dostumuz Toygun(kendisine oyuncak tabanca derdik) kampa gitmeye karar verdik efendim... O zamanlar dağcılıkla, alpinizmle falan uğraşıyoruz. Kendimizi mütemadiyen dağlara, kırlara atıyoruz. Ankara'nın yakınlarında da Kızılcahamam diye bir yer vardır, hamamlarıyla meşhur, sürekli oralaragidip doğaya veriyoruz kendimizi...

Evde plan yapılırken diğer arkadaşlar da -ki kendileri 12 kişilik bir grup- biz de gelelim diye tutturdular. Hani öyle eğitimli olmaya falan gerek yok, çadırı kurup ateşimizi yakacağız, yemek pişirip yiyeceğiz, zaten hava yaz havası "İyi hadi gelin" dedik. Bu hanım kızımız da var tabi grupta. Biz o 15 kişi verdik kendimizi yollara.

Kızılcahamam'a gelindi, çadırlar kuruldu, odun toplandı, ateş yakıldı derken kaçınılmaz olarak şaraplar açıldı falan içiyoruz.

Ateş başı muhabbeti güzeldir deo kadar kalabalık olunca sıkıyor bir müddet sonra, biz Uygar ile kalktık küçük hacetimizi gidermeye gidiyoruz ayıptır söylemesi. 1998 yılında ebediyete kavuşmuş olan arkadaşımız Görkem'de geldi bizimle işimizi görüyoruz üçümüz. Bir müddet sonra "ulan ne sıkıcı oldu ya, bir atraksiyon olsa keşke" minvalinde konuşmalar yapmaya başladı Görkem... "Ne atraksiyonu olsun kardeşim, ayı mı gelsin, kurt mu insin dağdan da atraksiyon olsun, en fazla çıkar gezeriz gece vakti, bu kafayla bileğimizi kırarız" minvalinde konuştuk biz Uygar'la... Sakinleştirmeye çalıştırdığımız Görkem'in aklına cin mi cin bir fikir geldi. Aklımıza gelen her bir şeyi yapmayı kafamıza koymuş olan bizler bu fikri hiç çekinmeden kabul ettik. Milleti korkutacağız.

O an ormandan bir aksakallı Druid çıksa dese ki; "Yapmayın canım,yapmayın arkadaşım, sakin olun sevgili gençler" dese hiç çekinmeden elini öpüp uzaklaşırız oradan, adabımızla otururuz ateşin başına, yudumlarız şaraplarımızı. Ama hayır öyle mi? İlla gülelim, güldürelim, coşalım, coşturalım fikirlerinde gidip geliyoruz.

Plan:
Sinsice kamp alanına yaklaşılacak, çadırlardan birinin arkasına saklanılacak, mutlaka birinin çadırdan bir istediği olur, o çadırın içine girdiğinde "Ohöööojjj" diye bağırarak üstüne atlanacak.
Evet o kadar yaratıcı, o kadar yaratıcıyız ki, her birimiz bir Gaudi, Andrew Lloyd Weber, Danny Ocean'ız.

Planın ilk ayağı olan çadırın arkasına sinsice süzülmek başarıyla gerçekleştirildi. Objective Completed. Bir sonraki proses birinin çadıra girmesini beklemek.
Olmuyor... Olmayınca olmuyor...

Bu durumda destek kuvvet çağırırsınız. Bir şekilde, ateşin başında sıkılmakta olan Toygun'a haber ulaştırılır (bacaklarına çer çöp atmak suretiyle)ve çadıra birini göndermesi söylenir.

Toygun üzerine düşeni yapar ve kızlardan birine "Şu çadıra gidip el fenerini getirsene" der... İsmini zikretmekten çekinmeyeceğim, hatta bu yolla onu onore bile ederim, Özlem hanım kızımız bu istek karşısında "Yok ya, karşınızda keriz var değil mi? Ben çadıra gireceğim, Borga'lar da beni korkutacak. Kimi kandırıyorsunuz oğlum siz" der. Ufak bir hata payıyla doğru söylüyor kız.

İşte Cenıfır tam bu noktada devreye giriyor.

"Saçmalama Özlem, çadırın kapısı bize dönük, içeri biri girseydi herhalde görürdük" der Cenıfır.

Bu lafı duyan Uygar "Ne zeki kız be! Breh breh breh" gibilerinden bir işaret yapar: Sağ elinin işaret parmağını, kendi ekseni etrafında döndürmek suretiyle şakağına götürür, ağzıyla da "bik bik bik" taklidi yapar sessizce...

Bu hareket karşısında Görkem'le ben gülmeye başlarız. Görkem kahkahalarının duyulmaması için benim kolumu ısırmaktadır, aynı sebepten ben de Görkem'in bacağını... Uygar ise toprak yemektedir bize gülerken.

Biz bu durumdayken tartışma 1 kaç dakika daha devam eder ve bu zaman zarfınan sonra Cenıfır "Ya Özlem, Gideceğim işte çadıra ve sen de göreceksin gününü" der ve çadıra yollanır. Biz hala gülmekten planın son ve bizim için en önemli kısmını uygulayamayız tabi. Kız içeri girer, çadırın kapısını Özlem'e gösterecek şekilde açar ve "Bak içeride kimse yok" der, sonra gider yerine oturur...

Elindeki sopayla ateşi bozarken ağzından şu sözcükler dökülür...
"Ya tabi çadırın içinde kimse yok ama ben galiba psikolojik olarak gülme sesleri duydum"

24 Aralık 2009 Perşembe

Neyi Ne Sanırdım - 1

Herkes küçük olmuştur sanırım...

Bu cümleyi kurup, yazıya döktüğü an masadan kalkıp kendime bir tane patlatasım geldi, ama yavaşça...

Hepimiz küçük olduk ve bir sürü şeyi başka şeylerle karıştırdık hatta hayalimizden başka başka şeyler uydurduk, onlar zannettik.

Örnek verelim efendim: Su ve yağmur döngüsü hikayesini ilk duyduğumda buharlaşma diye bir şeyin varlığından habersiz olduğundan, ilkokulumda duvarda asılı grafikten yola çıkarak göllerin kütleler halinde havalara çıkıp çıkıp oradan yağmur olduğunu sanırdım. Bu en basit denebilecek sanrım...

(Bunun biraz basitiydi duvardaki grafik)

Mesela bir Pamukkale hikayem vardır ki; bu başlığa 1 (yazıyla; bir) numaralı "Neyi Ne Sanırdım" adını vermeme sebep olmuştur. Bunlar şimdi durup durup utandığım ve hatta bazen sıkıldığım şeyler... Yumurtayı mı az yedik, sütü mü az içtik, balık yağlarından boşuna mı nefret ettik anlamıyorum...

Neyse efendim hikayemiz ilkokulun ilk yıllarına dayanıyor. Mizah dergileri okuyorum mütemadiyen, dolayısıyla gazete bayileri önünde ufak beklemeler yaşamışlığım var. Çeşitli dergilere göz atıyorum o yaşımda. Bir dergi var ki almaya korkuyorum çünkü üzerinde "İlim ve Kültür Dergisi" yazıyor.

İlim ne? Kültür ne? Anlamlandıramadığım iki garip sözcük. Zaten kapağındaki ilginç resimler yüzünden dergiyi almak konusunda tereddüt ediyorum, bir de Gırgır'ın iki katı fiyatı.

Derginin adı ise iyice garipleştiriyor ortamı... Sızınfı... Tekrar yazıyorum: SIZINFI
Şu yaşımda olsam, şu boyumda, şu görünüşümde olsam gazete bayinin önündeki insanlara sesleneceğim:
"Ey insanoğlu, Allah adı verdim şu 'Sızınfı" ne demek bana bir deyiverin?"

Utanç sadece Ingmar Bergman'ın bir filmi değil benim de sıklıkla yaşadığım bir duygudur. Bu yüzden sanırım anneme babama da soramadım "Sızınfı"nın ne olduğunu...

Allahtan ilk üniversitemde fizik bölümünü okumuşum.
Bir gün bölüm başkanı ile sohbet ediyorum, dedim ki;Ü
"Hocam bu Sızınfı dergisi var ya?"
"Sızınfı değil oğlum o 'Sızıntı'..." bozmadan devam ettim, "Ay! Sızınfı mı dedim, Sızıntı mesela..."

Sızınfı nedir? peki daha da önemlisi: "SIZINTI" nedir?

Son 10 Yılda Ölen Ünlüler

ntvmsnbc.com böyle bir haber yayınlamış...

2009'u geride bırakıp, 2010'a girmek üzere olduğumuz şu günlerde ("birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan şu günlerde" gibi oldu) her yılbaşı gibi bu yılbaşında da haber merkezleri, internet siteleri, ajanslar 2009'un acı olaylarını, sevinçli havadislerini, başarıları, hayal kırıklıklarını falan yayınlarlar ve hatta NTV bunları Almanak yapar, Oğuz Haksever'in "Adeta, gibi, güneşin doğuşu, uyumak istercesine..." gibi sözcüklerinden oluşan mükemmel şiirleri eşliğinde yayınlarlar.

Bu senede son on yılda ölen ünlüler isminde bir haber yayınlamışlar. Aralarından seçki yapacağım. Dileyen hepsi için www.ntvmwsnbc.com'u ziyaret edebilir elbette.



İlk sırada Patrick Swayze var. Pankreas kanserinden yaşama gözlerini yuman oyuncuyu elbette Dirty Dancing filmiyle hatırlıyoruz. Canımdan çok sevdiğim dağıtımcılar tarafından "İlk Dans İlk Aşk" adıyla türkçeye çevrilen film bir çok ailenin sinemada çocukların gözlerini kapatmasına sebep olmuş, nice yiğidi salsa, rumba, çaça manyağı yapmıştı. Ama biz kendisini aynı zamanda Ghost filminde Demi Moore'a çömlek yapmayı sevdirirken izlemiştik. Bu film sonrası Avanos'ta çömlekçi sayısında ciddi bir artış olduğu gözlemlenebilir.

İkinci sırada Maykıl Ceksın var (ben bu adı böyle yazmayı çook seviyorum).
1992 yılında Ahmet San abimiz gözlerini kırpıştıra kırpıştıra; "Maykıl Ceksın geliyor hazırlayın paraları" demişti ama ülkemizde Maykıl Ceksin'ı görememiştik. hatta Star TV (o zamanki adını Magic Box diye hatırlıyorum nedense) konsere günler kala popun kralının Bükreş (ya da tamamen atıyorum) konserini yayınlamıştı ama fırtınadan bizim yayın gitmişti de evde çeşitli küfürler etmiştim koltukların üzerinde zıplaya zıplaya. Neyse Maykıl Ceksın öldü ve ruhu mp3 klasörlerimizde yaşayacak. Kendisinin çok çılgın bir hayranı olmakla beraber eski dostum Yiğit Özgür'ün benden daha çılgın bir fanı olduğunu öğrendiğimde (tanışma sebebimizdir) Yiğit'e saygı duymuştum (adam ortaokul çeketinin iç kısmında Maykıl Ceksın rozetleri taşıyordu). Hep çocuk tecavüzcüsü, beyazlaşmaya çalışan zenci yaftalarını yemiş ama bu suçlamalara ben pek itibar etmemiştim. Yoksa "o kadar para adamı bozar mı?" diye de düşünürdüm.

Sırada Heath Ledger var.


Sinan Paşa Pasajı'nda gördüğüm çevirisi haliyle "..Pne Kovboylar" filmiyle bir çok kişinin gönlünde kamp kuran Ledger bir otel odasında öldü. "Uyuşturucu" falan dediler ama yanlış ilaç fikri daha ağır bastı sonradan herhalde. Ne olursa olsun daha sonra oynadığı Joker karakteriyle ölümünden sonra Oscar alan nadir insanlardandı. The Office dizisinde Dwight Schurute karakterini bir gün "Joker" olarak gördüğümde gözümden yaş gelmişti hiç unutmam. Neyse efendim, ben Heath Ledger'a verilen ödülü pek tasvip etmemiş, hatta Oscar töreninden sonra "O zaman Bruce Lee'ye ve Oğlu Brandon Lee'ye de ödül verin ya sayın akademi!" diye çemkirmiş, türlü mailler atmıştım. Maillerin hepsinin spama düşmesini bırakalım, Brokeback Mountain filminden sonra kendisi Teksas ve Arizona'da pek sevilmeyen bir adam olmuştu Ledger'ın...

Ortaokul ve lise yıllarında okuldan kaçıp kaçıp bilardoya gider, pike çekmeden, sigara ile atış yapmadan harçlıklarımızı heba ederdik... The Color Of Money filmini izledikten sonra herkes Tom Cruise gibi davranmaya çalışıyordu. Ben herhalde onun tarikata falan dahil olacağını, gül gibi Nicole'u bırakacak kadar salak olacağını önceden tahmin etmiş olmalıyım ki hep Paul Newman'ı taklit ettim. Bir insan bu kadar mı güzel bilardo oynar ya? Kendisini Hudsucker Proxy filmiyle de sevmiştik, hatta o kadar sevmiştik ki Sevgili amcamız Paul'ün Şişedeki Mesaj filminde oynamasına ve azıcık para kazanmasına da göz yummuştuk.


Bilerek ve isteyerek, hatta inatla bu fotoğrafı koydum... Amerikalının sağcısı hiç çekilmez arkadaş. Micheal Moore'un Bowling For Colombine filminde (belgesel) (Türkçemize benim cici silahım adıyla çevrilmişti. Sınav mısınız kardeşim siz?), Amerikan National Rifle Association'un (Herkesin silah sahibi olmasının herkesin hakkı olmasını savunan kuruluş) hızlı savunucularından olarak karşımıza gelmişti. Ben Hur olsun Maymunlar Gezegeni olsun bunları kabul ettik hadi ama kendisine en çok yakışan rol, Üç Silahşörler filminde oynadığı Kardinal Richelieu rolü olmuştu. Ölünün arkasından konuşulmaz ama; Arkadaşım sen kimsin de tanrı ile konuştuğunu iddia edip, 13. Luis'nin kafasını karıştırıyorsun. Tanrı ile Fransa arasındaki tek bağ Aramis'tir. Kılıcı tüfeği bırak gel...

Ben kendisini dinledikten sonra izlemiştim Crossroads adlı filmi, bıraktım tüm Blues camiasını falan, bu adamın ruhunu şeytana sattığını düşünmüştüm sadece. Öldü de anladık öyle bir satış sözleşmesinin olmadığını. Kendisi ile çok şeyler yazıp işgüzarlık yapmayacağım. Şu anda bilgisayarın hoparlörlerinden Sex Machine şarkısı yükseliyor. Bu bölümü kendisinin bir sözüyle bitirelim "Sadece tanrı her yerdedir. Ve onun tam altında James Brown vardır." (Allah birdir muhammed onun kulu ve elçisidir gibi olmuş... doğru)

Betamax videonun nimetlerinden faydalandığım dönem, Bana Göz Kulak Ol adlı filmi izliyorum (See No Evil, Hear No Evil), kankası Gene Wilder ile beraber karnıma ağrılar sokuyorlar ve ben tapıyorum Richard Pryor'a. Bir film 168 kez izlenir mi? Kendisinin lakabı King Of Comedy. Daha ne diyeyim. Superman 3 filmini Süpermen için değil de Pryor için izlemiştim. Daha sonra uyuşturucu batağına düştü. Uyuşturucu için hiç bir şey mazaret olamaz ama şöyle bir bakarsak; Pryor'un annesi bir genelev çalışanı. Pryor 6 yaşına kadar oralarda büyümüş, daha sonra tacize uğramış, 10 yaşında annesi bunu terk etmiş ve büyükannesinin yanına gitmiş, yeter ağlayacağım... Daha sonra bir stand up şov yaptı; şovun büyük bölümü uyuşturucu kullandığı dönem ve uyuşturucunun onu ne hale soktuğu ile ilgili idi. İzlemeyenler şiddetle izlesinler diyebileceğim az sayıda şeyden biridir. Tıpkı uyuşturucu ile yaptıkları gibi, bir çok alanda aktivist olmuştur. iki kere evlendiği (ki kendisinin 7 karısı 8 çocuğu vardır[bu da takdire şayan bir başarı bence]) ve ölümünde yanında olan Jennifer Lee "Öldüğünde yüzünde gülümseme vardı." demişti. Ne diyelim ki sayın Richard "Sen bizi güldürdün Allah seni güldürsün." Bunu buraya yazmak ne kadar doğru ama; kendisi tanıdığım en tatlı .....spu çocuğu idi...


Bu yaz kardeşimle balık tutuyoruz Bodrum'da. İkimiz de balıkçılık hakkında sınırlı bilgi sahibiyiz (Hiç), balık falan tutabildiğimiz yok yani. Zaten kıyıdan uğraşıyoruz ve küçük şirin balıklar çevrelemiş etrafımızı. bir tane balık geldi, çok net görüyoruz kendisini, 20 cm boyutlarında asla isimlendiremeyeceğimiz güzel renkli bir balık. Kaya balığı gibi bir şey. Musallat oldu kardeşimin oltasına, kardeşim oltayı nereye çekse oda geliyor, ufak ufak yemi tırtıklıyor. yani yakalamak pek mümkün değil. Gel zaman ben sıkıldım ve "Oğlum hadi gidelim." dedim, kardeşim nasıl bir hırs yapmışsa "Ben bu balığı yakalamadan eve gitmem!" diyor. "Bırak ulan şunu Moby-Dick mi bu?" dedim. Baya gülmüştük... Moby-Dick dediğimizde, herhalde insanların aklına Herman Melville'den ziyade Gregory Peck gelir. Kaptan Ahab'ı canlandırdığı Moby-Dick'i bir kenara koyarsak, kendisi Klimanjaro'nun Karları filminde de oynamış bize Ernest Hemingway'ı sevdirmişti. Yaşı itibariyle mi nedir hep güzel şeyler de oynamış, hem The Guns Of Navarone, hem de To Kill A Mockingbird filmlerinde "Helal sana Gregory" nidalarını hak etmiştir... Son olarak söyleyebilirim ki Ne zaman balina görsem aklıma Gregory Peck gelir.

Bir önceki yazıda Pink Floyd diye bas bas bağırmıştık değil mi? Eee The Beatles bu gruba yakın bir şeyer yapmıştır seviye anlamında. Yüzlerce şarkısını dinleyin grubun ama bir de Here Comes The Sun adlı şarkıyı dinleyin. Sevgili George Harrison sadece bu ve While My Guitar Gently Weeps adlı şarkıların bestesini yapmıştır. Here Comes The Sun şarkısını karısına ithaf ettiğini, sonradan karısının bir başka yüce sanatçı "Mr. Slowhand" Eric Clapton'a kaçtığını düşündükçe gözlerim doluyor (Eric Clapton'un Layla adlı güzide eseri George Harrison'un karısı için yazdığı söylenir). Neyse efendim, The Beatles'ın en güzel, en etliye sütlüye dokunmayan, en temiz yüzlü adamlarından biriydi. John Lennon hippisi neler yaptı gruba. Kızmıyor değilim...

İslam dininde Muhammed'in cisimleştirilmesi yasak olduğu için Çağrı filminde Muhammed'i göremedik belki ama hep onun gözünden Hamza'yı gördük. İşte ilk izlediğimde anlamıştım, karizmanın ne demek olduğunu. Karizma demek Hamza demek, Hamza demek Anthony Quinn demek. Hatta ben Galatasaray Takımındaki Hamza'nın isminin değiştirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Yakışmıyor sana Anthony Quinn'den sonra Hamzalık Hamzacığım. Filmlere bakınız: Alexis Zorbas, Children Of Sanchez, The Guns Of Navarone, Lion Of Desert, Regina Roma... Hele Sanchez'i çocukları filminde bara daldığı bir sahne vardı ki ayna karşısında defalarca taklit etmeme rağmen başarıya ulaşamamıştım. Ama en çok şaşırdığım sahne şu olmuştu: Cosby Show izliyorum TV'de ve bir anda kapıdan içeri Anthony Quinn giriyor. Biz Cosby Şhow'u gerine gerine gülmek için izlerken, Huxtable'ların malikanesine bir anda Anthony Quinn girince heyecandan kalkıp pijamamın önünü iliklemiştim... Kendisini hiç bir emek harcamadan izlemek isteyenler için geliyor: Müslümanlık Türkiye sınırları içerisinde hakim din olduğu sürece Ramazan aylarının Kadir gecelerinde Show TV'yi takip edebilirsiniz. Olmadı Star... Son olarak notum: Kendisi ne günah işlemiş olursa olsun, sadece Hamza rolüyle cennetin kapısındaki melekleri kandırıp Hamza kontenjanından cennete girmiştir, eminim...

Listede daha kimler yok ki (ölene sevinmiş gibi şevkle söyledim gibi oldu); Walter Matthau, Chalres Schulz, Bernie Mac, Luciano Pavarotti, Anna Nicole Smith (bu hanım kızımızı bilerek yazmadım), Steve Irwin (Timsah avcısı), Johnny Carson ve diğerleri... Hepsi 10 yıl içinde vefat etmiş ünlüler... Onlar gibiler daha da gelmez bu dünyaya...

7 Pink Floydlar&2 Prenses

Ben müzik konusunda Ortodoks biriyimdir. Pink Floyd'dan iyi müzik yapan kişi, kurum, kuruluş yoktur. Hani farklı kulvarlarda da olsalar işin içine Pachelbel'inden, Münir Nurettin Selçuk'a, Led Zeppelin'inden, Radiohead'a kadar hepsini dahil ederim ve gene derim ki; "Pink Floyd'un yanına bile yaklaşamazsınız siz"

İzmarit diye bir grup vardı Ankara'da. Gölge Bar'da dinlediğimi hatırlıyorum. Programlarının sonuna doğru Shine On You Crazy Diamond'u çalarlardı. Hep şu tartışma geçerdi arkadaşlarla aramızda; Pink Floyd'u Pink Floyd'dan başkası çalmasın mümkünse.



Peki oldu tamam buraya kadar ama biz bu grubu hiç canlı dinleyemeyecek miyiz arkadaşlar, yurttaşlar, sevgili Romalılar?

İşte tam o dönemlerde Ankara'da (eminim Edirne'den Ardahan'a durum farklı değildi) şu gibi söylentiler hasıl oluyordu.
"Hocam Pink Floyd geliyormuş temmuzda!"
"Hadi canım ciddi misin?"
"Tabi hocam yalnız biletleri 50 M lira olacakmış"
O dönemki lira/lira paritesini anlamamız için bazı değerleri vermekten kaçınmıyorum:
O dönemki ev kiram 12 M lira (İnönü Stadyumunu bilenler için; Konutkent'te oturuyorum)
O dönem salaş Nihayet'te bir bira 100.000 lira.
Kayıtlara geçsin; 1998'de yapılan Jimmy Page & Robert Plant konseri 8 M lira
Pink Floyd'u canlı izlemek: Paha biçilemez.
Ve diyorum ki kendi kendime "50 M lira mı? tamam abi, kasetlerden plaklara, müzik setinden kimya laboratuvarından çalınan katı sodyum'a kadar her şeyi tek tek satarım 50 M toparlarım"

O Temmuz Pink Floyd gelmiyordu.

Ertesi sene yine aynı delikanlı "Hocam Pink Floyd neden gelmemiş biliyor musun?" derdi.
"Neden?" derdik merakla...
"Hocam adamlar Boğaz Köprüsünde konser vermek istemişler ama belediye kabul etmemiş."
"Vay anasını sayın seyirciler be."

Biz buna inandık...

Hiç unutmuyorum 94 yılında Division Bell albümünün Pulse turnesi yapılırken İngiltere'de konser vermişlerdi canım abilerim Pİnk Floyd. Bende babama yalvarmış, hatta babama mükellef rakı masası eğlenceleri tertip etmiştim. mamafih babam ne izin ne de para vermiş ben de duruma vakıf olamamıştım.

Yani benim de içimde bir uktedir Pink Floyd'u canlı dinlemek.
2 Temmuz 2005 yılında Sevgili Bob Geldof (meraklısına not: Bob Geldof Pink Floyd'un The Wall filminde 'Pink" karakterini canlandıran pop sanatçısıydı) Live 8 konserlerini düzenledi ki biz de en azından televizyondan grubu David, Rick, Nick ve Roger olarak izlemiştik.

Rick Wright'ın da ölümüyle artık Pink Floyd'un canlı dinlenemeyeceği anlaşıldı ve bir ukte olarak yerini aldı hayatımızda. Fakat çeşitli atraksiyonlar, çeşitli nümayişler hazırlanıyor Pink Floyd severler için. Bunlardan biri de LeCool adlı internet şeysinde de yazdığım gibi 7 Pink Floydlar & 2 Prenses konseri. Pink Floyd çalıyorlar anlayacağınız üzere. Hiç dinlemedim, hiç bir fikrim yok nasıl yaptıkları ile ilgili ama ilk defa bir tribute dinlemeye gideceğim Sena'yla ve bu Pink Floyd olacak. Cumartesi akşamı Babylon'da olacaklar...

Ve fakat üzgünüm ki 7 Pink Floydlar & 2 Prenses, şimdiden söylüyorum, kararım değişmeyecek: Pink Floyd'u Pink FLoyd'dan başkası çalmasın mümkünse... Bırakın gitarları yazılı bitti.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Anılar-1


Namık Kemal Zeybek'in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemler... Televizyonda bir tartışma programı izliyorum. Demirel ile Türki Cumhuriyetlere gezi düzenliyorlar, konu yanlış hatırlamıyorsam oradan buraya okumaya gelecek öğrenciler. Bir dizi anlaşma falan imzalanıyor yani. Olay anlattı Namık Kemal Zeybek:
Demirel ve Azerbaycan'lı yetkililer oturmuşlar, masada imzalar atılmış, bunun üzerine Azeri yetkili kalkıp kadehini kaldırıyor ve "Hepinizin anına koyim!" diyor... Ufak çapta uluslararası kriz çıkacakken bu deyimin "Anılarımızda yer etsin" manası taşıdığı anlaşılıyor...

Ben de benim anıma koymuş bazı hadiseleri burada yazacağım.

Beşinci sınıftayım, çok net hatırlıyorum çünkü o evde ben sadece beşinci sınıftayken oturmuştuk. Denizli'den yeni gelmişiz Antalya'ya. Yürüyerek okula gidip geliyorum. ilk dönem öğlenciydim, o zamanlar sabahçı öğlenci ayrımı yapılıyor okullarda...

Öğlen evde yemeği yiyip çıkıyorsun zaten, akşamüstü eve dönerken yolumuzun üstünde bir simit fırını var, sabah simitleri bayatlamış, simit arabalarıyla fırının önünde duruyor. O zaman simit 100 lira, "Abi" dedik, "25 liraya simit verir misin?"
Adam bütün babacanlığıyla "Çocuklar, size feda olsun" dedi. Çılgın atıyoruz... Her akşam dönüşte simidimizi alıp gidiyoruz.
İkinci dönem sabahçı oldum, zaten sabahleyin iki dakika daha fazla uyumak için kahvaltı bile edemiyoruz, öğlen yemeği için bize verilen parayı da atari gibi daha yararlı şeylere harcadığımız için (Hagar'da süpürürdüm milleti) para yok. Simitçi babacan amca da sabah simitlerini öyle bedavaya falan vermedi.
(Zaten sonradan beni çeşitli psikologlara taşıyan hamamböceği korkumun o simit fırınının yıkılışından sonra gördüğüm manzaradan kaynaklandığını öğrenmiştim psikanalitik bir kaç seanstan sonra, pis herif)

Anlayacağınız açız deliler gibi okuldan çıkar çıkmaz... eve koşmazsak açız yani...
Bir gün öğlen gene okuldan çıkmışım, zaten öğlen sıcağı ve Antalya, artı açız evin önüne gidiş ve kapının duvar olması iyiden iyiye bitirdi tabi beni.

Annem derdi ki; "Oğlum bak, kapıda falan kalırsan Durkadın Teyzeye çık onda otur, sokakta kalma"
Durkadın Teyze ve ailesi bizim maaile görüştüğümüz bir aile. Samimiyet iler düzey. Annemlerle ne zaman evlerine gitsek "Durkadın Teyze tatlı yok mu?" diye kadının başını şişirebiliyorum yani.
Ama o gün utanasım tuttu, bir inat... Çıkmıyorum kadının evine, ama açım aynı zamanda. Allah düşmanımı açlıkla terbiye etmesin arkadaş.
Yerde yarısı yenmiş, ya da emilmiş, bir topitop buluyorum. Çok net hatırlıyorum yeşil, yani elmalı. Bir dakika kadar baktıktan sonra haydi yallah diyor atıyorum ağzıma. Bir an olsun iğrenmiyor, büyük bir iştahla yiyorum üzerindeki toprakları üflemek suretiyle temizledikten sonra ağzıma attığım topitopu.

(Bu anımı geçtiğimiz günlerde Sena ile paylaşırken sonradan düşündüm ve sonrası geldi aklıma...
O yaşlarda salaklık paçamdan akıyor benim...)

Yapılan bu eylemden sonra başa gelen tek şey olabilir bilirsiniz; susamak. Antalya öğlen sıcağı, bir de üzerine şekeri yemişsin, bir susuzluk hasıl oldu. Sokakta büyümüş çocuk ne yapar susarsa? En yakın camiye gidilir. En yakın cami benim ufak adımlarıma göre baya uzak (O zamanlar Antalya'nın laikliği konusunda da yaklaşık tahminlerde bulunabiliriz yani). Tabi ki ben ne yapıyorum? Durkadın Teyzeye çıkıyorum.

"Durkadın Teyze iyi günler, annem evde yok, kapıda kaldım, çok susadım bana su verir misin?" dedim
"Ay oğlum, gel içeri yemek yemediysen bir şeyler hazırlayayım!!!"
"Yok sağol Durkadın Teyze şimdi yedim ben daha?" (buraya dikkat)
"Ne yedin oğlum dışarıda?"
Kamera Borga'nın gözlerinde sabitlenir, ekran kararır. Burada keseriz.

Dünyanın Bütün Maden Mühendisleri... Birleşin!

Mühendislik okuduğum yıllar içinde mühendislik eğitiminin ülkemizde asla yeterli olmayacağını anlamıştım. Bilenler bilir başka bölümde okuduğum için hiç bir bölümün eğitim ve öğretiminin yeterli olmadığı kanısındayım. Çünkü üniversiteler üniversite ismini haketmiyor. Sosyalleşmenin ve kültür etkinliklerinin sadece bahar şenliklerinden ibaret olduğunu zanneden %90 çoğunluk karşısında Kültür Dairesi Başkanlıklarının bütçelerinden yararlanarak bir şeyler yapmayı hedefleyen %10 azınlık.

Ortaya elinde süper diploması olan ama gündemden, haklarından, bilinçlerinden feragat etmiş bir yığın üniversite mezunu çıkıyor.

Mühendislik öğrenimi görenler en hali acınası olanlar; ki bundan dolayı üzgünüm. Derslerin ağırlığına dünyadaki genç nüfusun aymazlığı da eklenince kalın termodinamik kitaplarının arasında kaybolmuş bir yığın mühendis ortalıkta mukavemet hesabı yapıyor.

Mezun olmuş bu mühendislerin bilinçlerini biraz olsun zinde tutmaya çalışan bir kurum var ülkemizde. Türkiye Mimarlar ve Mühendisler Odası Birliği (TMMOB).

Her ilde şubesi olan bu kurum hem belirli izinler konusunda yetkilidir, hem bilirkişi olarak danışılan insanlardır, hem televizyona çıkıp demeçler verip; "Efenim onu oraya yaparsanız iki ay sonra yıkılır" derler, basın açıklamaları yaparlar, hem de bazı etkinlikler düzenlerler. Etkinlikler halay şeklinde değil, gündemle ilgili bazı konferanslar şeklinde olur genelde. Buraya hem öğrenciler hem oda üyesi mühendisler katılır.

Maden Mühendisleri Odası da bu birliğin bir üyesi.
Geçtiğimiz günlerde Bursa'nın Devecikonağı beldesinde meydana gelen grizu patlamasında yitirilen 19 işçinin ardından da Maden Mühendisleri Odası çeşitli bildiriler yayınladılar, olayı kınadılar "Biz uyarmıştık" dediler.

Bugün madenin sahibi mahkemeye çıktı. Mahkemede tutuklanması istenen madenin sahibi "Beni tutuklamayın. 68 yaşındayım. Şeker ve tansiyonum var. Tutuklanırsam ailelere yardım edemem” dedi.

Peki...

Bu böyle sürecek gidecek büyük bir ihtimalle. Gündem madende diye maden mühendislerini birleşmeye çağırdım ben. Bir çok işçi iş kazalarında hayatını kaybediyor, sakat kalıyor. Bir çok işçi haksız yere işinden ediliyor. Marx'ın ortalığa savurduğu komünizm hayaleti hala fabrikaların üzerinde dolaşıyor ama işçi hakları o kadar yetersiz düzeydeki o hayalet bir türlü vücut bulamıyor.

Sonuç...

Birleşin Maden Mühendisleri ve lütfen sendikal haklar konusunda da işçileri bilinçlendirin. Biraz olsun sendikalarla işbirliği yapın ki işçiler size güvensin, patronlar da sendikaya üye olan işçileri işten kov(a)masın.

Fakat üniversitede gerekli alt yapı alınmazken, hatta varolan alt yapıdan feragat edip bilinçsiz bir şekilde ortalıkta dolaşırken, büyüyünce bunları yapmasını bekleyemezsiniz.


Kıskanmak

Kitabı Yamaç'tan aldım. Zeki Demirkubuz'un filmini yaptığını öğrendiğimde "Dur bakalım" demiştim. "Dur bakalım, hele önce kitabı bir okuyalım sonra filmine gideriz."

Ey ulu Romalılar...

Filmi yapılan kitaplar için önce film mi yoksa önce kitap mı sıralaması yoktur. Olmalı mı? Hayır?
Ben de Yamaç'tan kitabı aldım, okumaya başladım, daha kitabın yarısına gelmemişken filme gittik Sena'yla...

Kişi Zeki Demirkubuz olunca beklentilerim artıyor benim. "Entellektüel gelişimini tamamlayamamış" diye nice kereler eleştirilen Zeki Demirkubuz kanımca hayatın bizim olan kısmına dair güzel şeyler yapıyor beyaz perdeye (sinemaya beyaz perde dememiş herhangi bir sinema yazarı varsa beni kurşuna dizin Ey Romalılar!).

Şimdi kitap bitti. Kıskanmak Nahid Sırrı Örik'in bir tevazusu bence... Bu kadar insanı yıpratır şekilde gelişen olaylar bu kadar ustalıkla ve tek elden anlatılmış, yıpratmıyor... Şaheser kategorisine hiç çekinmeden sokuyorum. Nahid Sırrı'nın kitapları oğlak yayınlarından yayınlanıyor bu arada ve D&R gibi kitapçılarda özellikle Etiler semtindekinde yok mesela. Bu da bir ek bilgi olsun. Etiler'de yap boz romanlar falan var...

Bir kitabı okurken yarısında filmine gitmek, hadiseleri öğrenmek ve sonra kitaba geri dönmek ise ne kadar caydırıcı bir fikir değil mi?

Bununla ilgili ufak bir anımı paylaşayım hemen... Gökçe diye bir kıza özel ders veriyorum vakt-i zamanında Antalya ilimizde (Bu zat ile yaptığım dersleri buradan paylaşacağım, sabırla bekleyiniz efendim). Ders esnasında sıkılmasın diye kızcağız arada konuşuyoruz falan, dedim ki buna "Hafta sonu ne yapacaksın?" "Sinemaya gideceğiz arkadaşlarla" dedi. "Çok güzel hangi filme gideceksiniz?" dedim "Titanik" cevabını verdi. Ağzımı yalandan büküp "Amaaan neden gidiyorsunuz ki, sonunda gemi batıyor nasıl olsa?" dedim, "Ya neden söylüyorsun sonunu!" diye bana çemkirmişti.

Sonuç olarak Nahid Sırrı Örik'in olan Kıskanmak, hem Nahid Sırrı'nın kaleminden hem de Demirkubuz'un gözünden güzel...

Amiyane not: Nergis Öztürk ne oynamış be arkadaşım... Yolda görsem ayakta alkışlar kendisine sürekli yanımda dolaştırdığım ufak heykelciklerden veririm "and the oscar goes tooooooo" nidalarıyla...

Zamanla Geçer

Böylesine hayat kurtarıcı bir cümlecik görmedim. Bir taraftan bir arkadaş anlatır arkadaşına, öteki dinler, başıyla onaylar, gözleriyle ilginç mimikler yapar, "Bence şöyle olur" ya da "Ama arkadaşım o da hata yapmış ama" falan der sonuçta dinleyen adam bu cümleyi koyuverir masanın kenarına... "Zamanla Geçer!"

İşte ben o an tükeniyorum.
Zaten psikolog ya da danışman falan olmazdı yeryüzünde herhalde bu cümleyi kurmayan insanlar olmasa. "Zamanla geçer" dediği zaman karşındaki pis bir kuyuya düşüyorsun. Bana söylendiğinde doğrudan banyoya yönelip kestel kestel kirlerimi çıkarana kadar tenimi ovalayasım geliyor. Hiç mi bir fikir yok aklında, hiç mi bir şey düşündüremedim sana içimde bulunduğum durumla ilgili ve en hakikisi aslında; hiç mi dinlemedin sen beni be canım kardeşim, canım arkadaşım...
"Zamanla geçer"miş...

Sayamadığım aylardır kendime kurduğum cümle bu işte... "Tamam oğlum Borga, zamanla geçecek işte."
Geçmiyor, geçemiyor, bir hal hasıl oldu bende. Öyle ki; gittiğim yerler, tanıdığım insanlar, içtiğim içecekler ve yediğim yemekler bir eleştiriyi hak ediyor benden sürekli... Sürekli bir şeyleri eleştiriyor, onlardan daha iyisini istiyorum. Şimdi şimdi aklıma geliyor sebebi bu durumun...

İŞSİZİM...
Bildiğiniz işsizim. Öyle böyle de değil hani, 2007 yılının Aralık ayından beri "Sabah kalkayım da işe giderken bir poğaça alayım, çayla süper gider" cümlesini kuramıyorum ve bu cümleyi kuramamak beni neredeyse çıldırtıyor. Belirgin bir işin olmaması, iş anlamında bir yere ait olamamak insanı küçük düşürüyor haliyle. Ben de bu eziklik hissini kendimi yücelterek gidermeye çalışıyorum. Ama nasıl haince...

"Hayır" diyorum kendi kendime, "Hayır ben iyiyim, onlar ne istediklerini bilmiyorlar onun için bu iş böyle oluyor" diyorum. Başka bir olayla mı karşılaşıyorum; "Adam sende" diyorum, "Ay öyle olur muymuş hiç?"
Maddi külfetini düşünmeyip bir psikologa gitsem, o zat-ı muhterem, genelde hastanın arkasında asılı duran duvar saatiyle döver beni... Bundan neredeyse emin gibiyim. Bugün bunu düşündüm işte;
Neden bu kadar kötü durumdayken hala kendimi bulunmaz hint kumaşı olarak görüyorum ki? Kendi kendini küçük düşürmekten kurtarmanın bir yolu da bu olsa gerek. Ayıp!

Şimdi tekrar dışarı çıkacağım ve soğuğu hissedeceğim. Belki bu sefer kendimi çok üstün görmeyeceğim ama kendimi hakir görmekten alıkoyamayacağım kendimi... Kendime sorduğum zaman omuzlarımın giderek birbirine yaklaşmasının sebebini, gene kendime kısa ve öz bir cevap vereceğim: "Zamanla geçer!"