19 Kasım 2010 Cuma

Antalya


Birileri bu yazıdan alınabilir...
Kültür merkezi olan, üniversitesi olan, Devlet Opera ve Balesi olan, Devlet Tiyatrosu olan, Belediye Tiyatrosu olan, uluslararası bir film festivali olan büyüdüğüm bu şehir ilerlemesi gerekiyorken, adım adım değil koşarak, hızla geri gitmiş...

Benim dedem bile durmuş. Gerilemiyor, ama şehir bildiğiniz geri gitmiş.
Artık tek eğlence okey oynamak ve nargile içmek olmuş. Ben tirmis yiyip futbol oynardım. Dedemlerin orada bir kütüphane vardı oraya gider, çizgi romanları, Enid Blyton'ları karıştırırdım. Dedemlerde bıraktığım kitapların bile bazıları duruyor, Kaptan Grant'ın Çocukları'nın tamamı ile Enid Blyton'ın Gizli Yediler Uçak Kaçtı isimli kitabının kapağını buldum. Bir de Kar Kraliçesi ile Can yayınlarının 65 sayfaya sığdırabildiği İlyada'yı bulabildim evde. Kütüphanenin yerinde ise tıp merkezi gibi bir şey var. yani küçük çocuklar istedikleri zaman gidip komple MR çektirebilirler...

Bayram harçlıklarımı harcadığım atarici yangın söndürme cihazları satan bir yer olmuş. Deli Ayşe hala duruyor, balkondan aşağıya torbayla çöp atıyor. Bir D&R ve İletişim Kitabevi vardı Işıklar Caddesi'nde, biri Çibo öbürü de nargileci olmuş. Işıklar Caddesi'nde kitap satan yer yok. Ama kültürlü bir şehir olduğundan mütevellit Basçısından, saksafoncusuna, yan flütçüsünden darbukacısına, kanuncusuna bir sürü müzik yapan insan heykeli var. HEYKELİ var...



Ama arkalarındaki kafeler onların müzik yapmasına olanak vermiyor. Bu arada darbukacı heykelinin darbukasının içinde çöp vardı çok komikti.

Müzik yapan ise yok... Üzgünüm.
Hoca çok şey katmış Antalya'ya.

Kafamı çevirip körfezin ve arkadaki torosların manzarasına bakmak gelmedi içimden...
Peki güzel hiç bir şey yok muydu Antalya'da. Var:

Paçacı Şemsi
uwwww
Börekçi Tevfik
Hooeee
Piyazcı Mustafa
Yeaaaa
Evren'in Yengeni
Uwwwww
Antalyaspor'un eritmesi
hoooowwwww

du du du dudu sinema
du du du dudu müzik





10 Kasım 2010 Çarşamba

Durun! Onlar Beşiktaşlı Değil... di...

Sene 2005. İzmir’de “Holiganlar” ile ilgili bir belgesel yapıyoruz. Göztepeli bir taraftar Aydınspor deplasmanından dönerken yaptıkları bir eylemi anlatıyor. Aydınspor taraftarlarıyla kavga edip sinirlenen Göztepeliler dönüş yolunda bir tarlada gördükleri, siyah beyaz bir ineği bıçaklıyorlar, inek Aydınspor renklerini taşıdığı için (pigmentsel bir mevzu yani).

Hikaye doğru ama biz o gün bu hikayeyi belgesele koymamıştık. Bunun en büyük nedeni bu şiddet gösterisini yapanların kim olduğunu bilmememizden, anlatanın orada olduğuna inanmamızdan dolayıdır.

Tıpkı 16 Mayıs 1981’de oynanan ve 81.000 kişinin izlediği Karşıyaka Göztepe maçı ile ilgili konuştuğunuzda 1975 tarihinden önce doğan her İzmirlinin o maçta olduğunu iddia etmesi gibi.

Tıpkı ilerleyen günlerde 08 Kasım 2010 akşamı İstiklal Caddesi’nde Model Grubu üyelerine şiddet gösteren grubun içinde olduklarını söyleyecek binlerce Kasımpaşaspor taraftarı gibi.

Kimlik edinme isteği sistemin getirdiği olumsuzluklardan dolayı kendini koyacak yer bulamayan bir insanın yapabileceği en doğal harekettir. Kimi zaman siyasi oluşumlar, kimi zaman sosyal platformlar, kimi zaman STK’lar bu isteğe çabuk cevap verir. Takım taraftarlığı da tıpkı bir siyasi düşünce tarafı olmak gibidir. Daha zahmetsiz olduğu düşünülür. Oysa hem maddi hem de manevi zahmetlidir, bunun ötesinde tıpkı diğer kimliklerde olduğu gibi içerisinde şiddet barındırabilir

08 Kasım akşamı oynanan Beşiktaş-Kasımpaşa maçından sonra İstiklal Caddesi’nde, stüdyodan evlerine dönen Model Grubu’nun üyeleri bir grup Kasımpaşalı taraftarın şiddetine maruz kaldılar. Bir düşünceye göre üzerlerinde olan siyah beyaz giysilerden dolayıydı saldırı. Gruptan Aşkın Çolak ve Can Temiz, NTV’de katıldıkları Ana Haber’de farklı sebepleri olabileceğini de dile getirdiler (yanlış anlaşılma gibi).

Her ne olursa ortada bir şiddet vardır, ama… işte bu “AMA” o kadar çok şey anlatır ki. Bundan sonra olacaklar sağduyulu birinin görmek istemeyeceği şeylerdir. Bundan sonra ortalama futbol taraftarının her ortamda şiddeti kullanabileceği yanılgısı ortaya çıkar. Durum bundan ibaret değildir aslında.

Dünyada televizyon başına en çok izleyici toplayabilen (herhangi bir TV olayı arasında), en çok takipçisi olan, en çok paranın döndüğü spor dalı olan futboldan bahsediyoruz. Her kesimden insandan bahsediyoruz. Ben elbette yazının bundan sonrasında “Herkesi bir tutmayınız” ajitasyonuna girmeyeceğim aksine bizim şiddetle yıkanmış olduğumuz gerçeğinden bahsedeceğim.

Bizler yaklaşık 10 yıl arayla 3 askeri darbe, iki tane de darbemsi hareket gördük, bizler 30 yılı aşkın süredir karşılıklı on binlerce kişinin öldüğü Kürt sorunuyla iç içe yaşıyoruz, bizler, kimimizin “Hadise” kimimizin “Katliam” dediğimiz onlarca olayı tarihimizde barındırıyoruz, Ermenilere, Rumlara, homoseksüellere, travestilere ve daha nice kimliğe şiddetin dik alasını uyguladık… Biz şu çılgın Türkler trafikte, aile içinde, iş yerinde, okulda, yatakta, mesire yerlerinde şiddeti hiç gocunmadan kullanan bir milletiz. Hele bir de bir kimlik altına girmeyelim… Hele hele bir de bir grubun bir topluluğun sayılan sevilen üyesi olmaya çalışmayalım… Biz şiddeti her daim kullanırız, çünkü içimize işlendi bu kahrolmasıca şiddet.

Peki şimdi çıkıp bir grup Kasımpaşaspor taraftarının gösterdiği şiddet üzerinden birilerini suçlamaya mı çalışacağız?

Önce içinizdeki şiddeti yok edin… Ben de…

8 Kasım 2010 Pazartesi

İntikam Kimi Zaman Yenmemesi Gereken Bir Mezedir



Olay Brezilya Arjantin maçından önce meydana geliyor...

Arjantinli bir prezervatif firması maçtan önce aşağıdaki gibi bir reklama gidiyor.




Estamos pensando en la revancha "İntikamı düşünüyoruz" gibi bir laf.

Brezilya üzerine doğru gelen Arjantin'e gelişine çakıyor 3 adet... Maç 3-1 bittikten sonra Bu sefer Brezilya aşağıdaki reklama gidiyor... Bize de gülümsemek düşüyor...

Ve altına şöyle yazıyorlar: İlk defa olmadı, son da olmayacak...

2 Kasım 2010 Salı

Ödül Verilmeli Sizlere

Günün haberi Bursa'da yaşandı... (aslında "dünün" haberi ama benim yeni haberim oldu)
3 arkadaş bir fabrikanın bilgisayarlarını çalmaya karar verirler. Arkadaşlarımız çok zeki oldukları için bir kişiyi dışarıda nöbetçi bırakırlar.
Bilgisayar çalmak için içeri giren iki kişi fabrikada kasanın anahtarlarını bulurlar. Kasayı açtıklarında 4 milyon $ ile karşılaşırlar. Devlet Bahçeli'yi zerre örnek almamış iki hırsız, 4 milyon doların 3'e bölünmeyeceğini hisseder ve 2 milyon 400 bin dolarla dışarı çıkarlar. 2.400.000 $'ı 800.000'er $ olarak bölüşen üç kafadar dağılırlar. Ama diğer iki hırsız çok acayip akıllı olduğu için kalan 1.600.000 $'ı fabrika yakınlarında bir ağacın altına gömmüşlerdir. Bir ağacın altına dolar gömmek...
Neyse diğer iki arkadaş daha sonra ağacın altına gelirler ve yakalanırlar...

Sinirlenemiyorum bile... Kızamıyorum. Kime anlattıysam "Açgözlülüğün cezası" yorumunu yaptı. Yok arkadaş, bu salaklığın cezası.

Bir ağacın altına dolar gömmek nasıl bir deneyimdir, nasıl bir uygulamadır. Bir daha ki ay alacağım tüm maaşı dolara çevirip bir ağacın altına gömeceğim ama bana; 1.600.000 doları bir ağacın altına gömme hissini yaşatmayacağına eminim...

İşten en karlı çıkan kim? Tabi ki ilk etapta 800.000 $ alan ve kayıplara karışan, ağacın altında 1.600.000 dolar olduğunu bilmeyen gözcü. O bile arkadaşlarının böyle bir şey yapabileceğini tahmin edememiş...

Böylesi arkadaşlar edinerek hayatında bazı yanlışlara imza atana bu şahsın da yakın zamanda yakalanacağına neredeyse emin gibiyim...

Fakat asıl ödül kime gitmeli...
Fabrikasındaki kasayı kilitledikten sonra anahtarlarını gene fabrikada bırakan eşsiz insana geliyor ödül. Ne düşünüyordun o an çok merak ediyorum...

7 Ekim 2010 Perşembe

Gece Yarısı

Dışarıda yağmur yağarken gece yarısında, tahın pekmez güzeldir. Daha güzeline ise iç çekilir...

her gece melekler uyusun odamda
derinlerden gelsin uzun nefesler...

5 Ekim 2010 Salı

Türk Futbolunu Engelleyen Söz Öbekleri







Türkiye’de futbol küçükten başlar. Babalar oğullarının balona düzgün vurmasıyla umutlanır, sonra onları bir alt yapıya verir, baktı ki olmadı ondan mühendis olmasını isterler. Birçok insan vardır ki, Anadolu takımlarında top vuran birilerini tanır, “Biz bununla aynı takımdaydık, sonra benim dizim sakatlandı, bak bu devam etti” der. Futbol bir umut bir kaçış yoludur, ama sonradan koca denizde bir hamsi olmak akla gelir, yavaş yavaş vazgeçilir, futboldan anlayan bir izleyici olursunuz. Dedik ya bu ülkede futbol küçükten başlar, o yüzdendir ki hemen herkes futbol izler, futbolla ilgilenir. Pazarı büyüktür futbolun. 321 milyon dolara ihale edilen yayın haklarına sahip bir ligi vardır Türkiye’nin, yayıncı kuruluş bu parayı futbolseverlerden çıkartacağı için dijital kutular pahalıdır, o yüzden mahalle aralarında kahve ve birahanelerde maç izlenir. Bu kahve ve birahanelere girdiğinizde sahibinden garsonuna, izleyicisinden yancısına geniş çapta futbol adamlarıyla karşılaşırsınız. Aslında Rijkaard’ın gitme vakti gelmiştir, Alex’in vadesi dolmuştur, gençlerde ruh yoktur… “Ben olsam”lı cümleler de vardır ama en fazla “şunu yapacaksın, bunu yapacaksın” der herkes. İstenilenleri yapmayanlar da haindir.

Bizim burada spikerler de sporun bağrından kopup gelmiş değillerdir. Orhan Ayhan boks maçlarından, Halit Kıvanç stadyumlardan, Uğur Dündar Olimpiyat oyunlarından kopup gelip işi çıraklarına devredememişlerdir. Şimdilerde Drogba’nın kardeşlerini anlatmak, Gerard’ın en sevdiği tatlıyı saymak, Misimovic’in burcunu söylemek daha iyidir. Maç anlatılırken renkler saklanmaz, milli duyguların olduğu maçlarda ise ırkçı söylemler ortaya çıkar. Bunların sonrasında nelere dönüşeceğinin önemi yoktur, önemli olan 90 dakika boyunca neler hissedileceğidir.

Küçüklüğümüzden bu yana, birçok yerde, alanda öyle çok söz öbeği duymuşuzdur ki neredeyse “Türkiye Futbolu”nun bu halinin sebebidirler. İşte onlardan bazıları.

Bacakları Eğri Olur

Genelde çakmak çakmak gözleri olan, öyle çok değil hafif kaslı, doktor önlüğünü giymiş, çerçevesiz camlı gözlüklerini düzeltirken güzeller güzeli kızların içini eriten, laik, demokratik oğlunun hayalini kuran anne sözcüğüdür bu. Kocası olacak mendebur futbol manyağı, oğlanı futbol okuluna yazdırmak istediğinde kurulur bu cümle; “Bacakları eğri olur…” Bu çocuk futbol oynayamaz, babası birkaç kaçamak yapar ama kadının fendi erkeği yener. Genel kanının aksine futbol oynayan çocukların bacaklarının eğri olmayacağı Maldini, Raul, Guti Hernandez, Louis Figo gibi hem dünya futboluna hem de genç kızların kalbine damgasını vurmuş nice yiğit tarafından kanıtlanmıştır. Bizim anneler yüzünden ise nice Messiler, Zidanelar bu ülke sınırlarında KPSS peşinde koşturmuşlardır. Olsun “Beyin Bedava.”

Söz öbeğinin benzeri: “Yüzme yapsın, tüm kasları çalıştırıyormuş.”

Çok Koşturma

Haydi buyurun! 6 yaşında ortopedik geleceğimiz düşünülerek ortaya çıkarılan anne engeli iki sene sonra mahalle maçına giderken karşımıza çıkıyor. Tuttuğun takımın çakma forması amca/dayı (bunların babanın yakın arkadaşlarından oluşması da muhtemeldir, öz olması eser şart değildir) tarafından pazardan alınmıştır. Bir gece öncesinden yatağa yattığında kendini derbi maçının kampında gibi hissedersin. Sabah formanın altına en uygun şortu geçirir aynada son bir kez bakarsın kendine. Televizyonda, gazetede, dergilerde gördüğün kahramanına benzemeye çalışırsın, sonra ayakkabılarını geçirirsin ayağına. O sırada içerden anne bağırır “Nereye güzel oğlum.” Oradaki “güzel” sıfatını şimdi belleğe kaydedin, ilerde karşımıza çıkacak.

“Anne arkadaşlarla yandaki arsaya gidiyoruz, mahalle maçı yapacağız, nasipse bu sefer kupayı alıp müzemize getirmek istiyoruz. 27 haftadır alamadık kupayı. Maça çok iyi hazırlandık. En iyi orta sahamız Celil yok ama yerine oynayacak arkadaşların onun yerini aratmayacağını biliyoruz. Zemin ve hava şartları futbola çok müsait.”

Bu cevaptan annenin aklına girebilen yegane kelime “Maç” olmuştur. Anne size o malum cümleyi kurar… “Tamam ‘güzel’ oğlum, çok koşturma e mi?”

Anne yapma, anne etme…

Hepinizin “Kim taktı ki birader annesini!” dediğini duyar gibi oluyorum ama bu gün yaptıracağımız birkaç seans psikanaliz içimizdeki anne sevgisini, Oedipus Kompleksini hemen yüzeye çıkaracaktır. Annenizin size yönelttiği o “Güzel” sıfatı var ya? İşte o sıfat yüzünden beyninizin bir yerlerinde koşmanızı engelleyen bazı faaliyetler olmuştu. Nice Roberto Carloslar, değme Naniler, sayısız Riberyler heba olup gitmiştir mahalle aralarında. Sergen gibi Tanju gibi bazı istisnalar olduysa da üzgünüm ki futbol koşarak oynanır.

Söz öbeğinin yerine “Terleme” kelimesi emir kipinde kullanılabilir. Aynı etkiyi yarattığı bilim çevrelerinde kanıtlanmıştır.



Şeytan Rıdvan Gibi Adam

Kimi zaman isteyerek, kimi zaman istemeden çok spektaküler bir harekete imza atmış olabilirsiniz. Bu hareket sonrası ama arkadaşınız, ama sizi izleyen ve geleceğinde sizin, çimle arasındaki köprü olacağına inanan bir büyüğünüzden çıkar bu söz öbeği.

Çocuk Şeytan Rıdvan gibi. Ah Rıdvan ah, sakatlıktan kurtulamadın, hepimize güzel futbol izlettin ama oynadığın futbol bir yakamızdan tuttu bizi attı kenara. Senin futbol hayatında erken bitti ama şimdi ekranlarda ahkam kesiyorsun, paraya para demiyorsun ama senin yüzünden nice Giggsler İktisadi İdari Bilimler Fakültelerinin yolunu tuttu.

Çocuk herhangi birinden Şeytan Rıdvan yakıştırmasını duyduğu anda başlar sıralı çalımlara. Tamam karşıdaki John Terry değil ama çok aptal da değil. Zaten bildiğin iki en fazla üç çalım kombinasyonu var onları da üçüncüde çözüyor karşıdaki adam. Oysa sen Şeytan Rıdvan gibi çalımı değil de Oğuz gibi pası deneseydin şimdi en kötü Milli Takım antrenörüydün.

Yerine çok rahatlıkla “Maradona mübarek” kullanılabilir.



Ne Anlıyorsunuz Şu Futboldan?

Aslında bir soru cümlesi olmasına rağmen bir emir cümlesi olan bu söz öbeğinin ikamelerini şöyle sıralayabiliriz:

· Futbol 22 Kişinin Bir Topun Peşinde Koştuğu Anlamsız Bir Spor

· Futbol Çok Vahşi

· Futbolcular Çok Kaba Saba Oysa Basketçiler Çok Entelektüel

Bu ve bunun gibi daha sıralayabileceğimiz cümlecikleri, bizim en ergen olduğumuz, cinsel organımızı fark ettiğimiz ve bu farkındalıkla beraber sivilce denilen asosyal insan tasarımcısı ile de tanıştığımız zamanlarda duymaya başladık. Kimlerden peki. Bizim Oedipus halimize benzer şekilde hayatının bir döneminde Elektra olmuş, buna mahsuben yegane amacı olarak kendisini annemizin (tam burada benim annem canım annem şarkısı girsin fonda) yerine koymak isteyen genç kızdan.

Bizler 4 yaşından beri futbolcu isimleri ezberleyeduralım, Panini albümleri biriktireduralım, top peşinde beyaz atletin koltukaltlarını karartalım, biyolojik olarak pol pozisyonunu kapmış olan kızlar çoktan Blue Jean dergilerini ciltletmişlerdir. Oradaki New Kids On The Blocklar, Jason Donovanlar boşu boşuna orta sayfada yer almıyor.

Sizler tozun toprağın içinde “Orhan! Pas atsana oğlum, boşta bekliyorum” diye ses tellerinizi yıpratadurun o güzeller içeride cinsel hayallere dalmışlardı. Senin en büyük hayalin neydi, golden sonra tribüne gidip taraftarına “Nasıl geçirdim ama” anlamına gelen gol hareketini yapmak. Arada çok fark var.

Bu kızlar sen cinselliğini keşfettiğinde fark edilir. Ama sende kocaman bir sivilce var, sesin gerek Orhan yüzünden, gerekse biyolojik pit stoptan dolayı Mezopotamya gibi… bir de üstüne kızların itinayla uzak durduğu futbolun aşığısın. İşte tam bu sancıların üzerine kız gelip sana bu söz öbeğini kuruyor.

“Ne anlıyorsunuz şu futboldan”

Bu soru kamuflajında kullanılan cümleye verilecek iki tarz cevap vardır:

1-“Kızım benim hayatım sensin ömrüm Cimbom”

2-“Bence de ya!”

“Bence de ya” diyenler bugün güzel kızların hepsini kaptılar. Biz ise hala yayıncı kuruluşa bir ton para bayılıyoruz, o şirketten bizi arayıp “Porno kanalları da aktif edelim mi?” sorularına sivilceleri kaşıyarak cevap veriyoruz.


Sekerse Gol

Geldik spikerlere… Bir Sovyetler Birliği-Türkiye maçı hatırlıyorum. Spiker “Sekerse gol” dedi benim içimin yağları erimişti. Gol olmamıştı haliyle…

Televizyon başında, radyoda maçı takip eden, daha sonra görüntüleri, yorumları izleyen oldukça hatrı sayılır sayıda genç nüfus oyunu sekme üzerine kurdu yıllardır. O top Türkiye Liglerinde defalarca sekti ama Avrupa’da bir türlü sekmedi. Defansın “Taymingi” hep iyiydi.

Bizler küçükten itibaren sekerse gol olur hayalleri ile yaşadık, oynadık malum spikerler yüzünden ama o top sekmedi. Zaten sekseydi o da yerden tekrar sekip bizim kaleye girerdi.

İkamesi; “Geçerse tehlike“ ya da “Aşsa yüzde yüzlük gol pozisyonu”

Finale Doğru Emin Adımlarla…

İşte bir spiker vakası daha… Avrupa arenasında mücadele etmiş hemen her takımımızın efsaneleştirdiğimiz başarıları vardır. Bursaspor Karlsruher’i terletmiş, Trabzon Liverpool’a kök söktürmüştü, Fener ManU’ya 40 Seneden sonra Old Traffort’ta mağlubiyeti (!) tattırmış, Beşiktaş Barcelona’yı rezil etmiştir. Valencia ise başkentte elimizden kaçtı yazık ki.

İlk önce televizyon ya da radyo başında başlar söz öbeğinin futbola olumsuz etkisi. Maç iyi gider, sonuç değişmez ve galibiyet alırız. Henüz ikinci turda ya da gruplarda hatta gruplara kalma yolunda yapılan bu mücadele sonucunda spiker o malum, uğursuz, müflis sözü dillendirir. “Finale doğru emin adımlarla yürüyoruz.” Kardeşim onlar da yürüyor.

Biz spiker arkadaştan aldığımız gazla ertesi gün bütün iş yeri o takımın formasını giyeriz. Ortaya çıkan her başarısızlığa karşı takım gibi benzetmelerini yaparız. “Lan hergele Barcelona gibi düştün ha.”

Sonra basın sarılır hikayeye, yorumcular gelir, futbolcular demeç verirler, üzerinden daha iki gün geçmeden Mehmet Ali Birand belgeselini yapar maçın… ve olan olur. Ertesi maç 5 yer geri geliriz.


Yerine kullanılmış örnekler vermek gerekirse:

“Değil Schmicheal dünyanın bütün maykılları gelse kurtaramaz” ve tabi ki “Boğayı öldürdük”

Yürü Yürüüüüü!

Pazar akşam saatlerinde bir kahvenin önünden geçerken en çok duyacağınız söz öbeğidir bu…

Memleket fazlasıyla teknik direktör kaynadığı için zordur bu ülkede futbol oynamak. Fakat sorun bu değil. Futbol dikine oynanan bir oyun zannedilmesidir asıl sorun. Yani bu ülkeye istediğin orta sahayı, istediğin ön liberoyu getir eğer bir kere olsun kaleye paralel bir pas verirse bitmiştir o adamın futbol hayatı. Futbol dediğin kaleye dikine oynanır, özellikle yenilgi ya da beraberlik halindeyken yanındaki arkadaşına pas atan, oyunu kanatlara açmak isteyen ya da atağın yönünü değiştiren adamlar var. Sallandıracaksın üç beşini taksim Meydanı’nda bak bakalım bir daha yapabiliyorlar mı?

Benzeri: “Ya oynamak istemiyorsa sat Szymkowiak’ı zaten kaleye gitmiyor ki?”

Vur İleri

“Yürü Yürüüüüü” ile karıştırılmaması gerekir. Yine mağlubiyet ya da beraberlik anında özellikle oyunun son çeyreğinde ses tellerini yırtarcasına söylenir bu sözler…

Ceza alanı civarına toplanmış yarım düzine adama doğru gidilirken bir oyun planı düşünür oyun kurucu futbolcu. Oysa kahvelerden, evlerden, stadyum içinden ona verilen direktif şudur: “Vur lan ileri”

Bu emri duymuş olan futbolcu aynen uygular. Mağlubiyet ya da beraberlikle devam eden oyunun son 15 dakikası havada uçuşan toplarla devam eder. İngilizlerin Dog Fight adını verdikleri bu durum Kızıl Baron’un uzmanlık alanı olduğundan bu tarz gollere sık rastlanmaz.

Brian Clough’un bu uğurda söylediği bir söz vardır: “Tanrı futbolun havadan oynanmasını isteseydi gökyüzünü çimle kaplardı”

Biz ise Brian Clough’u tanımadığımızdan olsa gerek “Vur ileri” ye alternatifler geliştirmişizdir: “Sabri çıkarsana oğlum Hakan Şükür’e”

Hayatında Oradan Kaç Tane Gol Attın

İşte Türkiye futbolunun önünde duran bir başka güzel söz öbeği. Bir oyuncu topu alır, ceza sahası çizgisinin köşesinden kaleyi görmüştür, yaradanına sığınıp bir güzel vurur topa… Top farklı bir şekilde dışarı çıkar… işte tam bu sırada başlar bu soru cümlesi kılıklı…

“Hayatında oradan kaç tane gol attın lan”

Bu durumda yapılması gereken tek bir şey vardır; seyircilerin isteği doğrultusunda toplanan TFF yetkilileri 23 yaşına kadar oyunculara istedikleri yerden vurma, istediklerini yapma özgürlüğü verir. 23 yaşını aşmış olan futbolcular o zamana kadar gol atamadığı yerlerden vuramaz, yapmayı deneyip başarılı olamadığı hareketleri deneyemez. Aksi takdirde sarı kartla cezalandırılır. Üç maç üst üste bu hareketini yineleyen 1 maç ceza alır. Oyuncu ceza sonrasında da hareketine devam ederse takım hakkında soruşturma açılır.

İkamesi: “Sen kendini Völler mi zannettin?”

Bizim Zamanımızda Genç Bir Oğlan Vardı? Necip

Ve sene olmuş 2040. Anatomik güzellikleri düşünerek bizi futboldan soğutmuş annemiz, gittikçe artan libidomuz sayesinde kız arkadaşımız, futbolu bize yanlış öğreten spikerlerimiz, ağabeylerimiz, babalarımız sayesinde ortalamayı aşamamışız.

Türkiye 2040 Avrupa Şampiyonasına katılamıyor çünkü gene play-off’larda elenmişiz. Biz kadroyu kuran teknik direktöre bir, oyunculara iki, TFF’ye üç saydırıyoruz. Sonra bizimle tartışma cüretini gösteren torun torbaya bağırıyoruz. “Bizim zamanımızda genç bir oğlan vardı, Necip… O olsaydı şimdi, kupayı alır dönerdik.”

Günümüz kullanımı için bkz: “Bu adam mı Metin Oktay’ın formasını taşıyacak?”

Daha devamı gelir bunun…

Not: Saygıdeğer kadınlar… Yazı biraz seksist oldu, bu yazının genel olarak mizahi bir dili kullanmaya çalıştığını, bunu yaparken de ucuz mizahtan yani kadın-erkek ayrımından faydalanmaya çalıştığını belirtmek isterim. Ama bir şey daha var; “Ofsaytı bilmiyorsunuz”

22 Eylül 2010 Çarşamba

Gelin Linç Yapalım



"TAYAD'lılar olduklarını bilseydim, ben de aşağıya inebilirdim"

Yukarıdaki cümleyi söyleyen şahıs bir belediye başkanı. "Türkler misafirperverdir" tanımının her daim kullanıldığı Türkiye'nin bir ilinin belediye başkanı. 2005 yılının kasım ayında Rize'de TAYAD üyelerine yapılan saldırıda, saldıranlara tam destek veren ve beklenenin altında bir reaksiyon gösterildiğini savunan Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı'nın sözleri bunlar.


Özellikle 2005 yılında Orhan Pamuk'un Nobel ödülü kazandığı dönemde yaşananlar, Trabzon ve Rize'deki TAYAD olayları, Hrant'ın öldürülmesi pek çok insanı rahatsız etmiş toplumda, benim tahmin ettiğimden daha fazla ses çıkmıştı. Fakat sayıca az bir grubun dile getirdiği bir durum var ki aslında tüm yaşananların tablosunu çiziyor bizlere.

Tarihimizde pek çok örneği bulunan, bugün de gayet olağan bir şekilde süren olaylar Türkiye'de linç rejiminin sürekli varolduğunun açık bir kanıtı aslında. Bu olayların hedefleri ve bahaneleri birbirine çok benzer. Eskiden azınlıklar, sonrasında Aleviler ve komünistler, ardından, PKK bahane edilerek, Kürtler ve şimdilerde İslami ve milli söylemler kümesine dahil olmayanlar ya da edilmeyenler.

Bütün bunların oluşmasında neler etkendi, neler bize etken olarak gösterilmek istendi ve bizler neleri aslında etken oldukları halde bir türlü kabullenmek istemedik?

Cevapları bulabilmek için linç olaylarının tarihine bir bakmakta fayda var. Linç olaylarının nasıl başladığından ziyade, nasıl adlandırılıp meşru bir kılıfa sokulduğunu anlatabilmek için Yeni Kıta'nın iç savaşına ve hemen sonrasına bir miktar bakmak durumundayız. Amerikan İç Savaşı sırasında ve sonrasında oluşan düzensiz ortamda özellikle at ve sığır hırsızlarına karşı, formal mahkemelerin ulaşamadığı yerlerde halk mahkemelerinin kurulmasının önü açılmıştı. Bunu sağlayan "LİNÇ" e adını da veren şahıs, Yüzbaşı William Lynch'dir.

Kurulan bu mahkemelerin suçluyu yargılama ve hapse atma hakları vardı. Bir suçluya karşı, jürinin ya da hakimin mağdurlardan oluştuğu bir mahkemede yargılanmanın saçmalığını bir kenara bırakın, suçluyu idam etme izni bulunmayan bu halk mahkemeleri bir süre sonra amaçlarının dışına çıkmıştı. 1869-1874 yılları arasında özellikle güney eyaletlerde 3800'den fazla, çoğu zencilerden oluşan kişi asılarak linç edilmişti.

Devinim oldukça hukuk gelişti, yeni kanunlar, yeni uygulamalarla, eğitimle linç olaylarının önü kesilmeye çalışıldı. Gelin görün ki ülkemizde daha çok devinime ihtiyacımız var gibi gözüküyor.

Dün akşam saatlerinde Beyoğlu'nda bir sanat galerisi taşlı sopalı saldırganlar tarafından basılıp, içerdeki insanlar linç edilmeye çalışıldı. Tam burada daha önceki söylemlerimden, yani saygı çerçevesinde tartışma yapmamız gerekir söylemlerimden biraz uzaklaşarak bu saldırıyı gerçekleştiren gruba bir tanımlama yapmak istiyorum.

Grubun kullandığı silahların savaş kronolojilerindeki yerine baktığımızda aslında hangi evrim basamağında olduklarını çok iyi görüyoruz. Fakat her canlı evrilir, her canlı bir şeyler öğrenir, bu insanlar da biber gazı kullanmayı öğrenmişler. Stanley Kubrick'in 2001 filminde kemikle bir şeyleri parçalayabileceğini öğrenen Neandertal altı varlık kadar sevindiklerine eminim.

Tekrar konumuza dönmek gerekirse; kısa anlatmaya çalışarak linç olaylarının temel nedenlerini şöyle sıralayabilir miyiz?


  • Lincin iç dinamikleri: ordu devlet olmamız. Karma ideolojik felsefeleri benimsemiş olan partilerimiz. Önce apolitikleştirilip (tam burada solun 80 sonrasında "anarşizm", "terör" gibi saptamalarla betimlenmesi ve populist islamcılık direkt, populist milliyetçilik ve endirekt milliyetçilik anlatılabilir) sonra partilileştirme çabasında yoğrulan gençlerin holiganlık düzeyinde parti tutma sevdaları.
  • Lincin dışarıdan gelen dinamikleri: vali, belediye başkanı, emniyet müdürü gibi bürokratların linç olayları karşısında oluşturdukları ortak söylemler.
  • 1950 sonrasında refaha kavuşan ordu ve 80 sonrasında semiren MGK
  • Demokratikleşme çabasının yanında popüler İslamcılık ve milliyetçilik söylemi içinde oluşan muhafazakarlığın kendi kanunlarını uygulayabilme çabaları
  • Kelimeler ve cümleler üzerinden ortamı istenen hale sokma çabaları

Dikkat!!! Yazının bundan sonraki bölümü yanlış anlaşılmaya çok müsait.


Linç olaylarına baktığımızda temelde yargının kararlarından memnun olmayan insanları görebiliriz. Özellikle radikal düzeyde taraf olanlar, sadece kendi düşüncelerinin üstün olduğuna inanan insanlar, kendi düşüncelerinin karşıtı insanların cezalandırılmaları gerektiğine inanırlar. Demokrasilerde bu cezalar sandıklarda verilir, düşünceler yüzünden ya da bir insan bir düşüncenin esiri olduğu için ceza verilmez. Radikal düşünceler, muhafazakarlar, bir düşünceyi sağlıklı bir şekilde hazmetmeden taraf olanlar ve insan olmanın asıl durumunun yani saygının farkına varmamış olanlar bu cezasız bırakılmadan hoşnut olmazlar. Bu durum kendi cezalarının verilmesi şeklinde gelişir. Ceza genelde linçtir.

Ülkemizde yaşanan olayların geneli karşıt görüşlerin cezalandırılmaması ya da cezalandırılanların (özellikle 141-142-301-318 gibi sayılardan bahsediyorum) cezasını az bulmaktan kaynaklanıyor. Etnik alt yapısı olan linç olaylarını bunun dışında tutuyorum. Bir de hem etnik alt yapıya hem de ceza azlığına atfen yapılanlar vardır. Elif Şafak, Orhan Pamuk, Hrant Dink bu kontenjandan yararlanmış, en üzücü olanı ise maalesef Hrant'ın ki olmuştur. (burada 301. Madde'nin Hrant'ın ölümünden sonra şu tarz bir kullanımı olmuştu:

3 kurşun

0 koruma

1 ölüm

belirtmeden geçemedim)

Özetlemek gerekirse halk, bir kişiden, bir kurum ya da kuruluştan memnun olmaz, bunu şikayet ederler, devlet (demokrasisi) bunun hakkında bir şey yapamayacağını dile getirir ve sandıklar açılır, taş ve sopalar ele alınır.

Tıpkı holiganlık düzeyinde spor müsabakası izleyenler gibidir durum. Karşı takımın galibiyetinden, alınan puandan ya da hakemden memnun olunmaz, stat içinde ya da dışında taş ve sopalara sarılınır. Bu durumu da linçten ayırmak imkansızdır. En son pazartesi günü oynanan Gaziantep Bursaspor maçında yaşanan olaylar ve maçın tatili sonrasında yaşananlar bunun tipik bir örneğidir. Birçok eski hakem, yorumcu vs. olaylar hakkında "Canım hakemin kafası kanamış, tedavi et, maça devam et" eğiliminde açıklamalar yapmıştır. Bu durum aynı zamanda bir hedef göstermektir.

Linç olaylarında, linç yapıcıları tam anlamıyla fikir sahibi olamadığından kanaat önderleri onlara ne yapmaları gerektiğini söylerler. "Tehlikenin farkında mısınız"dan tutunda, "Din elden gidiyor"a kadar uzatılabilecek söylemler, özellikle iletişim aygıtlarını, görece, daha iyi kullanan insanlar tarafından dillendirilmeye başladığında linç olayları başlar.

İşte dün akşam ki olay öncesinde, hem de bir ay öncesinde yayınlanmış bir yazı:

http://www.tophanehaber.com/goster.asp?nereye=yazioku&ID=123

Bu açık bir hedef gösterme, açık bir tahriktir. Bu yazı yazıldıktan sonra sessizlik beklemek aymazlıktır.

Bu olayın bir boyutu, lincin çıkmasına sebep olan boyutlardan biri diyebiliriz. Şimdi rahatsız edici bir diğer boyuta gelelim. (komple teori)

Özellikle "milliyetçilik" kavramı altına çok rahat bir şekilde "ulusalcılık" kavramını koyabiliriz. Sanmıyorum ki dünyanın başka hiçbir ülkesinde milliyetçiliğe bizim ülkemizde olduğu kadar çok isim takılmamıştır.

Ulusalcılar bugün Atatürk, laiklik, cumhuriyet söylemleri ile ülkede korkuyla yıkanmış ve çok yanlış anlaşılmaya müsait bir kutup yarattılar. Dün basılan sergilerden biri Extramücadele 2010 ulusalcıları rahatsız edebilecek sergilerden biriydi. Basın bu linç olayını "içki yüzünden" olarak yansıttı ama altında yatan sebeplerin iyi araştırılması gerekiyor.

Daha önceki yazılarda da defalarca belirttiğim gibi. Konu ne olursa olsun, karşı taraf ne yapmış olursa olsun, önce karşıdakinin yaşam hakkına saygı duyulmalı ardından saygı çerçevesinde tartışma yapmayı öğrenmeliyiz.

Konuyu bir boyuttan başka bir boyuta taşıyarak bir infial yaratma niyetinde değilim. İsteğim; konunun doğru anlaşılması ve bu anlayıştan olayları azaltacak hatta yok edecek kavramlara ulaşmaya çalışmamız.

dünya "akıllı ol" diyenlerin değil akıllı tartışanların dünyasıdır.

Her şeyden önce saygıyla, saygılarımla.

İlgili bağlantılar:

http://galerinon.com/tr/extrastruggle-i-didnt-do-this-you-did

http://www.tophanehaber.com/goster.asp?nereye=yazioku&ID=123

http://www.medyagundem.com/index.php?news=7564

13 Eylül 2010 Pazartesi

Voltaire ve Naziler


Voltaire'in "Söylediklerinizi onaylamıyorum ama bunu söyleme hürriyetinizi ölene kadar savunacağım" sözünü bloğa yazmamın ertesinde kadim dost Uygar "Peki Nazilere de mi iyi davranacağız?" sorusunu sormuş. Bu yazı bu soruyu cevaplamaya çalışacaktır.

Evet Voltaire belki Nazi Almanyası döneminde yaşamamış, Şili darbesini görmemiş, Humeyni İranı'nı ya da Stalin Rusyasını görmemiştir (son söylenen uzun tartışmalara açıktır ama bu başka bir yazının konusu olsun), ama Roma İmparatorluğunu, Osmanlı İmparatorluğu'nu, Attila'yı, Cengiz Han'ı görmüş tanımıştır. Keltleri öldüren Anglosaksonları, Yeni Dünya'yı yıkıp kavuran İspanyolları, sömürgeci Portekizleri, Thomas More'u asan Henry'i duymuştur.

Ve bütün bunların ışığında Voltaire de tıpkı çağdaşı ya da halefleri ve selefleri gibi şiddetin, iftiranın, saygısızlığın ve eşitsizliğin ne denli ahlaksızca bir şey olduğunu dile getirip durmuştur. İnsanların birbirleriyle tartışmasının saygı sınırları çerçevesinde, ahlaksızlığı ortaya koymadan yapabildikleri ölçüde başarılı olabileceklerini savunmuştur. Savaşa, şiddete karşı çıkmıştır.

Dünya dinamikleri çerçevesinde, Voltaire'den bir süre sonra Nasyonal Sosyalistler (Nazi) Almanya'da iktidar olmuşlar, ertesinde de II. Dünya Savaşını başlatmışlardır. Savaşta hatrı sayılır seviyede insan ölmüş, katledilmiş, telef olmuştur.

Şimdi… Savaşın ertesinde Nürnberg Mahkemeleri'nin kurulup uluslararası bir yargı düzeni oluşturulup, yakalanan Nazi subaylarının yargılandığını hatırlatmakta fayda var, ne var ki biraz geriye dönüp bakmak lazım.

Adolf Hitler Şansölye olmadan evvel Almanya'nın o dönemdeki aydınları diyebileceğimiz bir grup insan Frankfurt Okulu'nu oluşturuyordu. Walter Benjamin, Erich Fromm, Theodor Adorno gibi insanlardan oluşan bu topluluk bas bas "Nazi iktidarı olursa durum faşizme gider" söylemleri yapmışlar ama buna engel olamamışlardır. Ama asla "Bakın bunlar cahil, sığır bilgisiz, siz de bunları seçerseniz cahilsiniz sığırsınız, bilgisizsiniz" dememişlerdir. Başında da dediğimiz gibi dünya dinamikleri farklı ölçülerde işlemekte, zaman, ekonomi, din ve siyasi diğer dinamikler sayesinde gelişmektedirler.

Sonucunda savaş başlamış, 4 yıl boyunca milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Bunlar olurken bazı insanlar başka yerlerden yardım almaya çalışmışlar, olayı Vatikan'a bile götürmüşlerdir. Şimdi Nazi'lere Protestan oldukları gerekçesiyle ses çıkarmayan Papalık dahi suçlanmakta. Savaş savaşla bitmiş sonuçları da insanlık için kötü olmuştur. Ama savaş halinde yaşananlar savaş bittikten sonra durdurulmuş, suçlular hukuki olarak cezalandırılmıştır. Peki Nazi askerlerine ne oldu? Bir düşüncenin peşinden giden, ona inandırılan, propagandalar sayesinde bir şeyler yapmaya zorlanmış bütün Nazi askerlerini (yani basit erleri) çöpe mi atacağız. Onlar Nürnberg'de yargılanmamışlardır.

Ve son olarak savaş dinamikleri farklı bir alanda tartışılır. Ama bu esnada söylenecek bir şey vardır. Savaş halinde iken bile savaşa karşı olmak abes bir şey değildir. (A.B.D.'nin Vietnam'dan ayrılması tüm dünyada yürütülen sivil direniş sayesinde olmuştur, dünya değişiyor)

Doğru olan, izin verdiği ölçüde tartışmak, insanların savunmalarını dinlemek, bunu takiben kendi savunmalarınızı hatta karşı stratejinizi belirlemek, yapılabiliyorsa, size yanlış geleni ona aktarmak ve eğer istiyorsanız onu saflarınıza çağırmaktır.

Bugünün dünyasında ne Nazi Almanyası dönemindeki gibi bir savaşa sürüklenecek, ne de bizler Humeyni İran'ı gibi olacağız. Buna neredeyse emin gibiyim. Ama… ama bir şeyi belirtmekte fayda var;

İster Nazi olsun, ister şeriatçı olsun kimseyi suçlayamaz, kimseyi öldüremez, kimseye şiddet (küfür de bir şiddet biçimidir) uygulayamazsınız. Onunla oturup konuşabilirsiniz, onu kanunlar çerçevesinde karşı karşıya gelebilirsiniz, eğer düşüncelerini uygulamaya çalışırsa ve bu uygulamalar sizin kanunlarınızda suçsa ona dava açabilir, yargılanmasını sağlayabilirsiniz. Ama kimseye, hem de kimseye şiddetle yaklaşamaz, istediğiniz sonucu elde edememenin verdiği sinirle ona saldıramazsınız.

Referandum öncesinde düşüncelerine saygı duyduğum, birikimimin, onların birikiminin yanına bile yaklaşamayacağını düşündüğüm birçok insan oylarının rengini belli etti. Kimi evet diyordu, kimi hayır diyordu, kimi ise boykot çağrısında bulunuyordu. Ben sonsuz saygı duyduğum bu insanlara, benimle aynı fikirde olmadıkları için "Andaval" mı diyeceğim, benim rengimden olmadığı için "Sığır" mı diyeceğim, "Bir avuç cahil, bilgisiz" mi diyeceğim. Hayır demeyeceğim. Kimse benim gibi düşünmek, benim gibi davranmak, benim için bir şeyler yapmak zorunda değil. Benim için doğru olanı yapmaları için ben de iletişimimi kullanır, kamuoyu oluşturur onlara benim doğrularımı anlatmaya çalışırım. Hem bugün bunu yapmak, 1940'larda yapmaktan daha kolay. Günlerdir deli gibi Facebook ve Twitter propagandası yapmıyor muyuz?

Bir kişiyi, Ermeni, Kürt, Rum, Laz, Çerkez olduğu gerekçesiyle suçlayamazsınız. Alevi, Sünni, Hıristiyan, Yahudi olduğu gerekçesiyle suçlayamazsınız. Bir kişiyi dindar olduğu için ya da ateist olduğu için suçlayamazsınız. Bir kişiyi başörtüsü taktığı için suçlayamaz, onu zeka geriliği ile itham edemezsiniz. Size göre yanlış olabilir ama bunu ona anlatmayı tercih etmelisiniz.

"Sanki dinliyorlar da, onlar da bize diyor, onlarla oturulup tartışılır mı?" gibi soruları sorduğunuzu duyar gibi oluyorum ama karşınızdakilerin yapamaması sizin de yapamayacağınız anlamına gelmez.

Son olarak şunu söylemek istiyorum. Yanlış anlaşılmak, kendimi ifade edememek en korktuğum şeylerden biridir. Bütün bu yazdıklarımdan benim İsevi ya da Gandici bir düşünceye sahip olduğum, "Sana tokat atılırsa öbür yanağını çevir" gibi bir zihniyetle hareket ettiğim anlaşılmasın. Ben doğru olanın son ana kadar kendinizi ifade etmek için çaba sarf etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ardından hukuki süreç başlar. Ama lütfen Anayasa Mahkemesi olmasın…

Sonuç olarak dünya uzun bir süre daha insanların ortak fikir birliğine varıp, herkesin aynı şeyleri istediği bir yer olmayacaktır. Bir süre daha haksızlıklar, eşitsizlikler, yanlışlar yaşanacaktır. Bu durum sonsuza kadar sürse sonsuza kadar savaşmaktan, şiddetten bıkmayacak mısınız?

Dünya döndüğü sürece çoğu kişi benimle aynı fikirde olamayacak, en azından ben göremeyeceğim, ama ben kimseye terbiyesizce, seviyesizce yaklaşmayacağım.

En üzüldüğüm ne biliyor musun Dawnspiper; uğruna öleceğin kişilerin sana "sen ve senin gibiler" diye başlayan cümleler kurması.

Walter Benjamin...

Düzeltme ve Özür

Sevgili dostumuz Burak Tezcan'ın uyarısıyla bir düzeltme yapmak şart olmuştur. Bir önceki yazıda "Bu arada Türkiye A Milli Takımları'ndan herhangi biri takım sporlarında daha önce final oynamamıştı. Bu uğurda da başarıdır." yazmıştım. Bilgi eksikliğinden kaynaklanan bu yanlış bilgi Burak Tezcan tarafından düzeltilmiştir. Türkiye A Milli Plaj Hentbol Kadın ve Erkek takımları finale kalmışlar. Doğru bilgi için Burak Tezcan'a teşekkür ediyor, yanlış bilgi için tüm okuyanlardan özür diliyorum. (Not: Bilerek kadın yazdım)

İlgili bilgiler:

12 Eylül 2010 Pazar

Bitti...




Referandum bitti, Dünya Basketbol Şampiyonası bitti... aşağıda gördüğünüz Black Label ve köpüklü şarabımız da bitti... Oh be! Oh beeeeee!!!!

Tekrar insan gibi yaşamaya dönelim.
Nasıl bir bayramdı anlamadım. bir büyüğümün elini öpemeden, kafama kolonya dökemeden, bir tanecik şeker yiyemeden bitti her şey...

Buradan yakında ve yakımda emeği geçen Doruk Engin ve Ömer Murat'a teşekkür ediyorum. Bir an olsun yakınımdan ayrılmadılar, hayatımızın 5 gününü beraberce yaktık...

Referandum sonucunda bir çok kimse mutlu olamadı. Elbette demokrasilerde herkesi mutlu etmek mümkün değildir. Bundan sonra yapılması gereken metanetle karşılama ve karşı çıktığınız ya da savunduğunuz düşüncelerin altını kuvvetli argümanlarla doldurarak sesinizi duyurmaya devam etmeye çalışmaktır. En azından ben öyle yapacağım.

Sonuçta hepiniz apolitik olmadığınızı aylardır sosyal paylaşım ağlarından yaptığınız propaganda ile kanıtladınız. Demek ki söyleyecek bir çok şeyiniz vardır, olmalıdır, olacaktır. Bu uğurda sizlere tek bir sözü hatırlatarak seviyeyi yükseltmeyi hedefliyorum...
Voltaire tartışma esnasında karşısındakine söyler bu sözü;
"Söylediklerinizi onaylamıyorum ama bunu söyleme hürriyetinizi ölene kadar savunacağım"

Bunu aklımızdan çıkartmadan saygılı ve seviyeli bir biçimde, yani o her iki tarafında diline pelesenk olmuş "demokrasi" bağlamında konuşmaya devam edersek daha güzel bir yerlere varabileceğimize eminim...

Çok basit bir şeyi hatırlatmakta fayda var. Bu ülkede bundan sonra da seçimler yapılacak ve sizlerin seçme ve seçilme hakkınız baki kalacak. Bugün bu kanallardan yaptığınız gibi yine propaganda yapmak, sesinizi duyurmak ve kamuoyu oluşturma hakkınız da mevcuttur, ama bunu seviyeli bir biçimde yaptığınız zaman dünya daha yaşanılası bir yer alacaktır.

Hiç kimsenin karşıt düşüncedeki bir insana "Salak" deme hakkı yoktur, olmamalıdır, olamaz... Yapmayı düşündüğünüz ya da yaptığınız bu şey size hiç bir şey kazandıramaz.

Kimliğinizi ya da düşüncelerinizi bir kenara bırakmadan şunu kabul etmeniz lazım.
Siz bir insansınız. İnsanın en önemli özelliği bilinçli olmasıdır. Bu bilincinizin size verdiği yetkiyi kullanarak önce diline, dinine, ırkına, düşüncesine, teninin rengine bakmaksızın bütün insanlara saygı duymak, onların yaşama hakkını savunmak zorundasınız. Aynı saygıyı tüm canlılara, hayvanlara ve bitkilere de duymalısınız. Bu sizin en önemli insani özelliğinizdir. Bunu yapmak, bu eğilimde davranmak zorundasınızdır. İnsan olmanın gerekliliği budur.

Eğer beğenmediğiniz bir düşünce sistemi ya da bir sisteme inanmış bir insan varsa amacınız onu yenmek değil, ona, sizin için yanlış olanı anlatmak olmalıdır. Belki de onu düşüncelerinden vazgeçirebilirsiniz. Kim bilir belki o sizi vazgeçirecek, beğenmediğiniz düşünce sisteminin ondan daha büyük bir savunucusu olacaksınızdır.

Şimdi de basketbol...
Yukarıda söylediklerimin hepsini yutup "Kevin Durant adam değilsin" desem ne olur sanki... Biliyor musunuz; maç esnasında kapı çaldı, gittim açtım, karşımda Kevin Durant. "Abi çok özür dilerim, geçebilir miyim bahçeye doğru, 24 saniye süremin dolmasına 4 saniye kaldı" dedi. Bahçeye çıktı ve bizim şaşkın bakışlarımızın arasında topu fırlattı. bir kaç dakika sonra televizyonda basket oldu. Cihangir'den Ataköy'e. Yuh Kevin Durant YUH!

Her ne olursa olsun Türkiye A Milli Basketbol Takımı tarihinde ilk defa final oynadı ve bize basketbolu bir kere daha sevdirdi. Umarım finale kadar izleyiciyi gerek ekran başında gerekse salonda tutan Milliler basketbolun gelişimine katkıda bulunmuşlardır.

Bu arada Türkiye A Milli Takımları'ndan herhangi biri takım sporlarında daha önce final oynamamıştı. Bu uğurda da başarıdır.

Ve maçın ardından madalya töreninde Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan'ı yuhalayan Sinan Erdem'de bulunabilme şansına haiz kimi seyirciler. Lütfen bu yazıyı baştan bir kere daha okuyun...

Kimseye bir şey öğretmek, kimseye ahkam kesmek hedefinde değilim. Ben ateş olsam cürümüm kadar bile yer yakamam, ortamda nem çok be çoktan çürümüşümdür.
Ben bugün böyle düşündüğüm için bu yazıyı kaleme aldım. Hafta benim için böyle bitmişti, yeni hafta benim için böyle başladı. Son söz...

Kevin Durant, kapıyı kapatsaydın bari giderken, ceryan yaptı sabaha kadar, tırık olmuşuz...

Düzeltme ve özür: Sevgili dostumuz Burak Tezcan'In uyarısıyla bir düzeltme yapmak şart olmuştur. Yukarıda "Bu arada Türkiye A Milli Takımları'ndan herhangi biri takım sporlarında daha önce final oynamamıştı. Bu uğurda da başarıdır." yazmıştım. Bilgi eksikliğinden kaynaklanan bu yanlış bilgi Burak Tezcan tarafından düzeltilmiştir. Türkiye A Milli Plaj Hentbol Kadın ve Erkek takımları finale kalmışlar. Doğru bilgi için Burak Tezcan'a teşekkür ediyor, yanlış bilgi için tüm okuyanlardan özür diliyorum. (Not: Bilerek kadın yazdım)

FIBA 2010 Finali



Akşama hazırız...

7 Eylül 2010 Salı

O Şimdi Ne Düşünüyor

Sanılacağın aksine Zülfü Livaneli tandanslı değil bu girdi. Kendisinden pek haz etmem, bana sıkıcı, sakil gelir Zülfü Livaneli. Bono ile sahne almış olmaları ise tencere kapak ilişkisine güzel bir örnek olabilir. Dolayısıyla aşağıdaki şiiri şarkılaştırmış Livaneli ile ilgili değil bu. Ben gerçekten birinin ne düşündüğünü merak ediyorum. Hem tencere kapak ilişkisi hem de U2 Konseri başka bir yazının konusu olsun şimdi şu şiiri okuyalım. Keşke Livaneli Nazım Hikmet'i hiç tanımamış olsaymış.


 


O şimdi ne yapıyor
         şu anda, şimdi, şimdi?
Evde mi, sokakta mı,
çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir,
– hey gülüm,
            beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!.. –

O şimdi ne yapıyor,
    şu anda, şimdi, şimdi?

Belki dizinde bir kedi yavrusu var,
                                             okşuyor.
Belki de yürüyordur, adımını atmak üzeredir,
– her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren
                                                            sevgili, canımın içi ayaklar!.. –
Ve ne düşünüyor
           beni mi?
Yoksa
         ne bileyim
       fasulyenin neden bir türlü pişmediğini mi?
Yahut insanların çoğunun
     neden böyle bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor,
                          şu anda, şimdi, şimdi?


 

23 Eylül 1945 N. Hikmet

6 Eylül 2010 Pazartesi

Hafta Sonları


Işıl ışıldır normalde.

1 numaralı seçenek

Cuma işten çıkıp bir etkinliğe dahil olunur, cumartesi etkinlik devam ettirilir, cumartesi gecesi daha bir ateşli geçer, Pazar sabahları ise tüm hafta sonunun kritiği, güzel kahvaltı, dinlendirici ve detoks etkisi yaratacak yiyecek ve içecekler eşliğinde yapılır.

2 numaralı seçenek

Cuma akşamı ya da cumartesi sabahından civar köy ya da kasabalara gezmeye gidilir…

3 numaralı seçenek

Cuma akşamı maçları izlenir, ertesinde etkinliğe gidilir. Cumartesi sabah etkinliğe devam edilir, cumartesi gecesi maçları izlenir, maç ertesinde etkinliğe gidilir… Pazar sabahı kritik, güzel kahvaltı falan filan… Pazar gecesi maçları izlenir, bira ve abur cuburdan bozulmuş mide pazartesi sabahı maçların kritiği yapılırken düzeltilmeye çalışılır…

4 numaralı seçenek

Cuma akşamı yatılır, cumartesi yatılır, Pazar yatılır, pazartesi şişmiş gözlerle işe gelinir, çarşambanın gelişi iple çekilir.

5 numaralı seçenek (kamikaze opsiyon)

Cuma akşamı torbacı ile buluşulur, keyif verici madde temin edilir. Cuma akşamı, cumartesi sabahı, cumartesi akşamı, pazar sabahı keyif verici maddeler tüketilir. Pazar akşamından pazartesi sabahına kadar vücut dinlendirilir. Pazartesi iş yerinde "Hafta sonu ne yaptın?" diye soranlara "Offf! Acayipti." cevabı verilir. "Tamam ama ne yaptın" "Offf! Ne sen sor ne ben…hatırlamıyorum"

6 numaralı seçenek (muhafazakar opsiyon)

Cuma akşamı akşam namazı sonrası eve gelinir, tefekküre devam edilir. Cumartesi sabahı hatim indirilir, cumartesi akşamı camiden gelinince Nihat Hatipoğlu dinlenir. Pazar sabahı bir hatim daha, kabristan ziyareti, ertesinde kaza namazlarının kılınması, Pazar akşamı bin tövbe sonrası yatağa girilir.

Şimdilerde hangi seçeneği seçersem seçeyim mutlu olmuyorum. Hafta sonlarını sevmiyorum nedense… Gören de çalışma hayatını seviyorum zannedecek. Görece işimi seviyorum ama hafta sonları eskiden daha zevkliydi. Neyi arıyorum bilmiyorum…

5 Eylül 2010 Pazar

Kağıdı Nasıl Katlayalım?


İsterseniz uçak yapıp zarfa koyun bir şey fark etmeyecek. O "EVET" ve "HAYIR" arasındaki çizgiden bağımsız bir yere bastığınız zaman oylarınız geçerli olacaktır.

"Hayır'a bastıktan sonra kağıdı dışarı doğru katlarsanız mühür bulaşmayacak ve oyunuz geçersiz kılınmayacak" diyenler var…

Bakın canım arkadaşım. Mührü bastıktan sonra kağıdı içe doğru katlarsanız mühür "EVET" kısmına bulaşır bu doğru. Ama fizik kanunları uyarınca bu ters olacaktır. Yani orada "Ǝvɘt" yazacaktır. Sizin oyunuz "Evet" olarak belirecek ve oyunuz geçerli olacaktır.

Tüm paranoyaklara saygılarımla…

2 Eylül 2010 Perşembe

Playing For Change

Bizde Doğa İçin Çal adıyla yapılan bir sürü müzisyene bir şarkı çaldırıp onu kurgulayıp güzel sonuçlar alıyor, alttan da vermek istediğiniz mesajı veriyorsunuz bu projede. Şimdilerde sosyal paylaşım ağlarında Doğa için Çal 2 dönüyor; Gidiyorum Gündüz Gece...

Bunun çıkış noktası olan Playing for Change'den bahsedelim ama... Burada daha çok sokak müziği yapanlar kullanılıyor bu tarz bir kurgu yapılırken... ben şeyetmeyeyim, izleteyim... lakin ki sözler kifayetsiz kalabilir.


31 Ağustos 2010 Salı

Entourage Olduk


Aslına bakarsanız Danny Granger'ın söylediklerinden sonra Amerikan Büyükelçiliği önünde Chevrolet arabamı yaktım, en sevdiğim müzik tarzı olan bluesdan vazgeçtim ve İsmail Türüt'e sardım ve tabi ki Amerikan menşeli dizileri izlemekten vazgeçtim ama durup da söyleyemediğim bir şey var gizli kapaklı…

HBO'nun Entourage adlı bir dizisi var. Mark Wahlberg'in hayatından esinlenerek yapılmış bir dizi. Zaten yapımcılarından biri de Wahlberg. New York'tan L.A.'ye gelen adamın hikayesi. Aslında önce abisi geliyor, ardından kardeşi ve kankaları geliyor ve orada yaşadıkları tuhaf olaylar anlatılıyor…

Entourage zaten kanka anlamına geliyormuş Amerikancada. Bir dizide oynayan abi, daha sonra yakışıklı kardeşine "Birader sen de gelsene buralara, sen benden yakışıklısın, gözler güzel, reklamlarda falan iki kıçını sallar para kazanırsın, az daha oralarda durursan torbacı olacaksın" diyor fakat işler umdukları gibi gitmiyor. Küçük kardeş geldiğinde ortamın tozunu attırıyor, film üstüne film, skandal üstüne yoğurt derken meşhur olup, tabir-i caizse parayı satırla doğruyorlar. İki tane de kankaları var işte dizinin adına uygun şekilde. Bir tanesi pizzacıda paket servis yaparken bunların yanına düşüyor ve L.A.'de milyon dolarlık bir menajer oluyor diğeri ise sürekli çok zengin olabileceği işlerde koşturuyor ama sonuç hep hüsran (allahım neydi günahım mod on)

Şu anda dizinin 7. Sezonu gösteriliyor T.V. denen menem aygıtta ve son izlediğim bölüm biraz da bana yakınlık gösterdiği için buralardan paylaşmak istedim…


İstanbul'a geldikten sonra çeşitli ajans falan derken bir şekilde metin yazarlığı sıfatını kapmıştık. Ayıptır söylemesi televizyonlara birkaç bölüm dizi falan da yazmışlığımız mevcut. Geçen kardeşime gel demiştim. Geldi şimdi benim çalışmadığım reklam ajanslarından birinde stajı bitti. Çok büyük bir reklam ajansına yarın iş görüşmesine gidecek. Kuvvetle muhtemel onu junior copywriter olarak alacaklar bünyelerine… Adam alacak yürüyecek yakında… Neden bu kadar eminim, çünkü benden kat kat daha yetenekli bir bro…

Şimdi gene bizimle hemen hemen aynı anda gelmiş iki arkadaşım gelecek Yunanistan maçını izlemeye. Bir tanesi çok büyük paralar kazanacak işler peşinde koşuyor ama sonuç hep hüsran (bu da mı gol değil mod on), diğeri ise geldiği andan itibaren gayet hali vakti yerinde bir adam oldu…

Biraz önce izledim son yayınlanan bölümü ve yazmak istedim… Bak kardeşim, bak canım ciğerim… bana bakacaksın, başka yolun yordamın yok…

Asla...


Asla yüzünü görmediğimiz bir adam,
Hiç yüzüne bakmadık ki...
Asla kim olduğunu bilemedik,
Asla soğukta ıslak halatları tutmadık biz
Asla onun için yürümedik meydanlarda,
Asla onun için tartışmadık kahvelerde

Ama o, biz iskele verilmeden atladığımızda "Acaba düşecek mi?" diye endişelenen adam...

Ama biz asla kendimizden başkasını düşünmedik...

Fotoğraf Pülüp'ün... sormadan kullandım. Göndereyim bu yazıyı sonra soracağım...

Kendini Akıllı Sananlar


"Cin olmadan şeytan/adam çarpmak" aslında gücünün üzerinde bir işi başarmaya çalışmak anlamında kullanılır. Ama günden güne değişmiş ve birini aptal yerine koyarak ondan çıkar elde etmek isteyen insanlar için kullanılır olmuştur. Bu insanlara günümüzde ormanlarda, meralarda, plazalarda, trafikte, hastanelerde, pastanelerde, çarşıda, manavda ve hatta pazarda rastlamak mümkündür. Bir insan düşünün ki, sadece kendi çıkarını düşünerek gözünüzün içine baka baka sizi aptal yerine koyuyor ve hatta gülümsüyor.

Bak koçum… Evet Saim Bey sana söylüyorum…

Seninle olan ilişkimi asgari düzeyde tutmak için çok çaba sarf ettim. Ama sen ne yaptın? Benimle muhatap oldun… Ben senin bana böyle bir klark atacağını biliyorum, o yüzden hep sustum sana karşı, hep başka yöne baktım, Madagaskar'ın tarihi ve doğal güzelliklerini inceledim… Ama sen durmadın… yapacağını yaptın… beni kazıklamaya kalktın…

Machiavelli yaşasa senin bu yaptığın çıkarcılık karşısında susar kalır, "vay be bunu ben bile düşünmemiştim" der, arkasını döner gider…

Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak. Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak. Ama nasıl yakışmaz. Sen değil bir damlacık saadeti çok gören. Anlamıyor musun beyim. Ama ben boşuna konuşuyorum. sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim bey. Sen mi büyüksün?
Hayır ben büyüğüm, ben, Borga usta. Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç. Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil, bana ne de ben olduğum sürece başkasına bir şey yapamayacaksın, yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize bağlıyız. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun. Dokunma artık bana. Dokunma. Dokunma. Dokunma. Eğer bana veya sevdiğim birine bir daha zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Borga usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni. Anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile.


Bak hala gülüyor. Ulan sigarayı daha yeni söndürdüm, akciğer kanseri edeceksin beni sen…

24 Ağustos 2010 Salı

Hollywood Bunu Film Yapar


http://video.ntvmsnbc.com/gocuk-altinda-17-gun-1.html

Göçük altında 17 gün yaşamışlar... Şimdi iletişim kurulmuş Şilili işçilerle... Çıkarılmaları uzun sürecek ama yüksek ihtimalle kurtulacaklar... Bu film gibi bir hikaye, duygusal. Hollywood benden önce davranır elbette ama keşke ben yazsam bunu. Adı da hazır... Estamos Bien: İyiyiz.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Yaz Tatili Paranın Katili


demiş şair ozan Mazhar Alanson... Parayı falan bir kenara ayıralım ama o kadar çok şeyi boşladım ki sıcaklar yüzünden... Şimdi yavaştan sahalara dönmenin vakti geldi. Artık hiç bunalmadan sıkılmadan her elimi attığım şeyi kurutmadan sorumluluklara devam...
Ama arkadaş, neydi o sıcaklar ya? Birileri cehennemin kapısını açık bırakmış, Lucifer oradan üfürüyor... Oysa biz sadece baloncuk üfürülmesini isteyenlerdeniz...

İşte bu kadar giriş... Boys Are Back in the Town olsun bu...
Geleceğe bakalım:

Tatilde ne yaptınız konulu kompozisyonlar
Lig-Avrupa-Milli Maçlar konusunda ahkam kesmeler
İnce elenmiş anılar
İş yeri sıkıntısını kendimden uzaklaştırmak için sinir, şiddet dolu yazılar
Seri penaltı atışlar
Yaklaşan FIBA 2010 hakkında ahkamlar çeşitli yerlerde copy paste
LeCool reklamları
Ego tatminleri
Kafa kıyak olduğunda ilan-ı aşklar
İçki sohbetleri
Çeşitli yerlerde çıkmış/çıkacak yazılarımın reklamları
Gündem hakkında ahkam kesmeler
Sosyoloji, felsefe, tarih, uluslararası ilişkiler konularında ahkam kesmeler
Gençlerbirliği
Bıkmadan viski istemeler
Motosiklet
Daha ne olsun

İşte önümüzdeki 5 aylık kalkınma planımız bu. Sizi bunlar bekliyor galiba...
Sen arkadaki burnunu karıştıran... Lütfen ama...

2 Ağustos 2010 Pazartesi

High Fidelity




Gün Senin Günündür...

Bir yerlere yazmaya başladığımdan beri 3nokta olayını çok kullanır oldum ama kimi zaman işi kolaya kaçırdığı için güzel geliyor.

Ben bir şeyi sevmiyorum; günü kötü geçince acısını başkasından çıkaran insanlar...
Gün senin günün, sen yaşa...

26 Temmuz 2010 Pazartesi


Pazartesi, hafta sonunu gömdük diye içiyoruz
Salı, "Of bu hafta bitmez" muhabbeti peydah oluyor
Çarşamba, haftanın ortası bir adım yaklaştık hafta sonuna
Perşembe, "Yaşasın bir gün kaldı" nidaları
Cuma, Haftanın son iş günü
Cumartesi, zaten "Saturday Night Fever"
Pazar, "Bu keyifli pazarda bir bira içip keyfimizi bulmayalım mı?" diyoruz
Pazartesi, hafta sonunu gömdük diye içiyoruz...

Bize bu fırsatı veren kapitalizme can-ı yürekten teşekkürlerimi göndererek bir kadeh kaldırmak istiyorum huzurlarınızda...

20 Temmuz 2010 Salı

The Beatles

Allah mısın Beatles... evet...
ama allah yok... Pink Floyd var...

4 Temmuz 2010 Pazar

Ve Tanrı Volkan Demirel'i Yarattı


Tanrı Volkan Demirel'i yanına çağırır:

-Evlat sana kalecilik yeteneği bahşetmek istiyorum
-Allah senden razı olsun?
-Pek uymadı bu!
-Eee! Evet... Teşekkürler...
-Bir kuru teşekkürle kaçamazsın.
-Ne yapabilirim...
-Gülü seven dikenine katlansın.
-Tamam ne olacak
-Diğerlerinden farklı bir yanın olsun.
-Olsun ne olabilir ki?
-Çene vereyim diyorum sana.
-Nasıl yani? Çok mu konuşacağım?
-Hep mecaz düşünüyorsunuz? İlahi size...


Bodrum'un En Güzel Garsonu


Hikaye aslında Bodrum'da geçmemiş ama yazlık mekan ve sivrisinek kümelerinin kesişiminden yararlanarak ben hikayeyi Bodrum'a taşıyorum, şu anda burada bulunmamın da etkisi var elbette.

Yazlık yerde deniz yoksa oraya yazlık yer denmez, sivrisinek yoksa zaten Sibirya'dasınız demektir. Sinek saldırılarına en kesin çözüm insanlık tarafından vücuda sıkılan sineksavarlar olarak geliştirilmiştir.



Yağız delikanlı garsonumuz turist bayanlara hunharca sormaktadır her gece:
"Going my home?"
"No!"
"Why no?"

"Ulan belki bir iş çıkar da kapağı Belçika'ya atarız, sonra orada parayı vurup buraya gelip bar açarız, parayı satırla doğrarız" düşünceli gerçekleştirilen bu eylem elbette libido da kokmaktadır ama sandığımız kadar değil. Garson gencimiz her gece bir başka turist ablaya Türk'ün gücünü göstermek için uğraş göstermektedir.
O gece işi yaver gider garson arkadaşımızın, Belçikalı sarışın, olgun "Going my home?" sorusuna "Why not!" şeklinde cevap verir. Garson önce "Hop replik çalma şerefsiz" dediyse de kendisini ablamızın otel odasında bulur.

Ertesi sabah abla delikanlıyı dürter, "Uyan da balığa çıkayım!" gibilerinden... Garsonun kırkı çıkmak üzeredir oysa ki? Önce otel görevlileri, ardından kolluk kuvvetleri...

"Abla sen ne yaptın bizim delikanlıya ya? Sömürmüşsün yiğidi" derler önce fakat işin aslı otopsiden sonra anlaşılır... O zaman yetkililer abladan rahmetliye çevirirler sualleri.

"Hafız ne öpmüşsün be ablayı? Topuktan alna kadar..."

Not olarak tüm garsonları tenzih edelim mi? Evet edelim...
Dip not olarak sevişmeden evvel duş alalım mı? Evet alalım, aldıralım... Bu dünya kimseye kalmaz...

Bodrum'un En Güzel Koyu

Bodrum'a tatile geldiğimi hunharca bağırmak için bu kısa yazıyı karalayacağım...
2 gündür Bodrum'dayım ve 63 adet toplu taşıma kulak misafirliği ve bir adet yan şezlong muhabbeti sonrasında Bodrum'un en güzel koyunun hepsi olduğuna karar verdim...

İnönü Stadını bilenler için; Bodrum onlarca küçük koydan oluşuyor. minik minik sıra sıra dizilmiş koylar, bunlara konuşlanmış plajlar, plajların ardı sıra gelen bakkal, market, diskotek ve balıkçılar var...

Kime sorarsanız sorun Bodrum'un en güzel koyu kendi yaşadığı yer oluyor. Örneğin Yalıkavak'ta evi olan birini duyuyorum:
"Bodrum'un en güzel yeri Yalıkavak üstadım. Bak Türkbükü rüzgar alıyor, bak Gümüşlük denizi yosunlu, bak Turgutreis çok kalabalık."

ya da Akyarlar civarında bir otel tercih etmiş birine kulak kesilelim:
"15 senedir tatil yaparım, hep Akyarlar'daki oteli tercih ederim, Akyarlar gerçekten mükemmel bir yer. Gündoğan'da sıcaktan duramazsın, Gölköy'ün denizinde kolibandı var..."

Ulan eşşek sucuğu ne akla hizmet 15 senedir aynı otelde ikamet ediyorsun, muhtar mı olacaksın?
Neyse efenim. Herkes kendi yaşadığı yeri en güzel yer zanneder ama burada komşu komşu koyları bombardımana tabi tutuyorlar...
Ulan içine etmişsiniz Bodrum'un. Sigara yakmak için kafamı yana çevirip tekrar döndüğümde karşımda bir bina dikiliyor. Evet o kadar hızlı bir yapılanma var. Koy falan yok burada. Varsa yoksa bina...

10 Haziran 2010 Perşembe

Küresel Kupa 2010

İki sevdiğim yazardan iki cümlenin altına imzamızı atarak başlayalım yazıya, “Futbolseverlerin ramazan ayı başlıyor” ve elbette “Ben bir futbol dilencisiyim”

Tanıl Bora ve Eduardo Galeano’nun benim düşüncelerimi özetleyen sözleriyle heyecanımın arttığını fark edebiliyorsunuzdur. Yalnızca 1 gün kaldı ilk maçın başlamasına. Beni sevindiren ise ilk maçı 86 yılından beri (tam anlamıyla hatırladığım ilk dünya kupasıdır) tuttuğum Meksika’nın oynayacak olması.

Bu kısa tanıtımdan sonra neden bu yazıyı yazmaya karar verdiğimi anlatayım. Arkadaşlar arasında işi şahsi şova dökmeden ve kumara bağlamadan tahmin oyunları oynuyoruz. Gruplardan çıkacak takımları, skorları ve hatta şampiyonu tahmin edip puan kazanarak birbirimizi güldürmeye çalışıyoruz. Kazanmak gibi bir hırsımız olmasa da doğru tahminleri yapabilmek suretiyle bir anlamda futbol bilgimizi ölçüyoruz. İşte burada bir problem ortaya çıkıyor. Ne kadar futbol bilirsek bilelim bazı dinamikleri hesaba katmazsak kadroları ve teknik ekibi bilmemiz hiçbir işe yaramıyor. Kastettiğim futbolun, topun, sahanın, hava koşullarının dışında gelişen dinamikler…

Örneğin: ev sahibi takımın her zaman bir avantajı vardır. Bu avantaj seyirci desteği ile sınırlı kalması gerekirken hakemin seyirci baskısından etkileneceği görüşü de egemendir. Neden ki? Hakem çılgınca bağıran (bu turnuva için vuvuzela çalan) seyircilerin etkisinde kalacak kadar basiretsiz mi? Diyelim ki öyle. Ama bazı örnekler ev sahibi takım avantajının FIFA denen kurum tarafından özellikle gerçekleştirildiğini gösteriyor. En büyük ve yakın örneklerden biri de 2002 Dünya Kupasında ev sahiplerinden biri olan Güney Kore’nin İtalya ve İspanya ile oynadığı maçlar. İkisi de katıldığı her turnuvanın favorilerinden olan iki takım ev sahibi karşısında hakem tarafından linç ediliyordu. İsteyenler Youtube’a “Dirty Korea” yazarak maçları izleyebilirler (hala DNS ayarlarını yapmamış okuyucularımız için geliyor; Mazide Hoş Bir Sada İdin).

Bu durumun stadın dolmasıyla hiçbir alakası yok. Hangi iki takım oynarsa oynasın dünya kupası maçlarında stadyum dolar. Bu nümayişi kaçırmak istemeyen milyonlar akıyor turnuvanın düzenlendiği mekana çünkü. Öte yandan kafamdaki sebep ilişkisi şu: FIFA turnuvayı bir ülkeye verirken karşılığında bir şeyler istiyor. Turnuvayı düzenleyecek takım bazı kıstasları yerine getiriyor (stadyum, alt yapı, konaklama, ulaşım vs.), bu arada turnuvayı almak için kulisler düzenliyor (çünkü turnuvayı almak çok ciddi bir fayda sağlıyor ülkeye ve ülke futboluna), bazı kişilerin bazı isteklerine de çözüm buluyor. Bu gibi durumlarda “Hafız bizim takım kazaya kurban gitmez değil mi?” sorusu soruluyorsa…

Daha fazla komplo teorisine girmeden hemen istatistik verelim; 1930 yılında başlayan ve sadece II. Dünya Savaşı nedeniyle 1942 ve 1946 yıllarında iki kere ara verilen Dünya Kupasına ev sahipliği yapan ülkelerden bugüne kadar gruplardan çıkamayan olmadı. Buna bir tesadüf denilebilir ya da hep çok iyi takımların ülkelerinde oynanmıştır turnuvalar ama 54 İsviçre, 62 Şili, 94 Amerika, 2002 Güney Kore&Japonya nedense bazı soru işaretlerinin oluşmasına sebep oluyor kafamda.

Ama komplo teorilerinden daha çok hikayeler anlatalım ki teoriler kendilerini oluştursun:

Ülkelerde federasyonlar futbolun tek egemen gücü haline gelmişlerdir. Küresel anlamda ise FIFA ve UEFA ve diğer ulusal federasyonlar futbolun hakim güçleridir. Özellikle Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupası gibi organizasyonlar istisnasız her ülkenin katılmayı yürekten arzuladığı turnuvalar. Bu olay futbolun üç gücün etki mücadelesine dönüşmesine sebep olmuştur. Federasyonlar, kulüpler ve siyasi iktidarlar. Medya kuruluşları ve sponsorlar bu mücadeleye doğrudan katılmazlar ama sonuçları büyük ölçüde etkilerler.

Nihayetinde ortamın barışının sağlanması FIFA gibi bir kurumun görevidir. FIFA’yı BM’ye benzetmek garip bir durum ortaya çıkarmamalı. Avrupa’yı küresel anlamda düşünerek aynı yakıştırmayı UEFA için de yapabiliriz. Fakat bu her iki barış sağlayıcısı ve futbolu korumaya çalışan kuruluş tıpkı STK’lar gibi bir hukuk mevzuatına sahip olsalar da devreye girmeleri gereken her durumda ortaya çıkmamışlardır ya da ortaya çıktıklarında koruma politikaları karanlıkta kalmış ve pek anlaşılmamıştır.

Bir örnek:

Rus olmasına rağmen bir Rus kulübü yerine bir İngiliz kulübüne yatırım yapmayı tercih eden (küresel finans kavramında suçlanacak bir şey değildir bu) Roman Abramoviç belki kendisini kötü hissetmiş olacak ki CSKA Moskova takımına da para yardımı yapmıştır (45 Milyon Avro) bu iki takım Şampiyonlar Ligi’nde aynı gruba düştüklerinde, doğrudan incelense, mevzuata aykırı bir durum olduğu halde herhangi bir soruşturma olmamıştır. Daha sonra Abramoviç CSKA Moskova’daki hisselerini elden çıkartmıştı.

Demek ki beceriksizliği ile nam salmış BM ile FIFA (ya da UEFA) kuruluşunu benzeştirmek çok yanlış değil. Bu beceriksizlik bir de pazarlama stratejileri ile birleşince skoru direkt etkileyebilecek hususlar doğuyor.

Sponsor anlaşmalarında özellikle bir sorun vardır ve FIFA bunu görmezden gelebilir kimi zaman, tıpkı BM gibi (BM’nin beceriksizliğini beraber yazalım, herkes aklına gelenleri bir e-posta atıverse olur bu iş).

1996 yılında Nike firması Brezilya ile bir sponsorluk anlaşması imzalar. Anlaşma iki bölümden oluşur. Birincisi Brezilya’nın bütün takımlarına malzeme sağlanacaktır ve 220 milyon dolarlık bir bütçeye sahiptir, ikincisi çeşitli projeler (yoksul kesimlere yardım, futbol okulları, futbol müzelsi vb.) üretecektir ve bütçesi 180 milyon dolardır. Bu durum takım oluştururken bir sonuç doğurur mu? Nike’a rakip firmalardan biriyle anlaşması bulunan bir futbolcunun Brezilya Milli Takımına seçilme olasılığı nedir? Ya da 1998 Dünya Kupası’nda Ronaldo’nun maç günü sara krizi geçirmesine rağmen ilk on birde oynaması en büyük kupanın en önemli maçında reklam yapma fırsatını kaçırmayan Nike’ın bir müdahalesi mi?

2002 Dünya Kupası’nda Fransa Milli Takımı’nda bulunmayan Anelka, Carrière ve Landreau hakkında şu yorumu yapıyordu futbolun Rimbaud’su Cantona: “Öyle sanıyorum ki oyuncu seçme kriterleri sadece antrenörlere bağlı değil.” Adı geçen oyuncuların Adidas ile özel anlaşmaları yoktu ki bunu belirtmek gerekir.

Nike’ın Dünya Kupası öncesi hazırlattığı “Geleceği Sen Yaz” reklamında oynayan Ronaldinho’nun takımda olmaması Nike’ı ne kadar sinirlendirdiyse, Drogba’nın golünü engelleyen Cannavaro ve Ribery’yi engelleyen Rooney’nin başarısı bir o kadar sevindirecektir. Kaldı ki insanlar hala Ronaldinho’yu görmeyi bekleyeceklerdir.

Bir diğer çelişki de federasyonları tahakküm altında tutan, sürekli olarak FIFA’ya milli takımlar için şikayette bulunan kulüpler dolayısıyla çıkmaktadır.

Kulüpler oyuncularının milli takımlarda oynamasını, sakatlık riskleri ve uzun yolculuklar sonrası yorgunluk dolayısıyla istememektedir. FIFA her sene milli maç takvimini federasyonlara gönderip bu tarihlere maç koyulmamasını istemekte, üzerine de kulüplere oyuncularını milli takımlara gönderme zorunluluğunu şart koşmaktadır. Buna rağmen bir çok kulüp FIFA’ya ya da ülke federasyonlarına milli maçlarda sakatlanan oyuncuları yüzünden dava açmakta milli takıma oyuncu gönderme zorunluluğunun kaldırılarak oyuncularını maça gönderip göndermeme kararlarının kendilerine verilmesini istemekte. G14 mevcutken bu davaların ve savaşın sözcülüğünü bu kurum yapıyordu, şimdi kulüpler daha güçlü daha istekli ve bu durumun peşinden koşturuyorlar.

Bu yeni bir şey değil, dün de böyleydi; George Best “Kulübüm oynama derse oynamam” demişti. Ama savaş süreci 2005’te başladı. Antiller’de kaza yapan bir uçak yüzünden yasa boğulan Martinik’te oynanan Fransa Kostarika maçında (ki maç bir yardım maçı gibiydi ve FIFA takviminin dışındaydı) sakatlanan Eric Abidal yüzünden Lyon FIFA’ya 1,7 Milyon Avro’luk bir dava açtı. G14 üyesi olan ve diğer G14 üyelerinin aksine Avrupa başarısı olmayan Lyon bir alkışı hak etmiş ve FIFA’ya karşı verilen savaşı başlatmıştı. Bundan sonra bütün kulüpler ve kulüp teknik patronları da savaşa destek vermişti. Örneğin Fransız düşünür (!) ve teknik direktör Arsene Wenger “Bu maçın hiç oynanmaması gerekli, çok saçma, kulüplere ve oyunculara zararlı” demiştir. Davanın konusu Abidal ise “Başkanımın üzüntüsünü anlayabiliyorum ama Lyon’da da ayağım bir çukura girip sakatlanabilirdi” demiş, “Paramı işverenim ödese de milli takımda oynamak zorundayım ve beni hiç ilgilendirmeyen bu savaşın bir silahı olmak istemiyorum” diye eklemişti.

Lyon kulübü bügun hala bu savaşta başı çekiyor, FIFA’dan ve federasyonlardan yüklü miktarlarda tazminat talep ediyor… ediyor etmesine ama haydi Chelsea Essien için Gana federasyonundan para talep etsin lütfen.

Bugün FIFA dünya kupasına katılanlara belirli paralar ödüyor. Kulüpler (kumandan Lyon başta) bu paraların kulüplere verilmesini onlar aracılığı ile oyunculara dağıtılmasını istiyor.

Şimdi şunu düşünüyorum. Sakatlıkları ile hepimizi üzen isimler (Drogba, Nani, Robben, Essien, Ballack, Ferdinand, Obi Mikel, Diarra, Adler, Pirlo [yazıyı yazarken Frei’dan da sakatlık haberi geldi], Beckham… kadro çok sağlam, sakatlar kadrosunu sahaya bir takım olarak çıkarsak kupayı alırlar diyebilirim) doktor kontrollerinden sonra oynayıp oynamamaya kendileri mi karar veriyor yoksa doktorlar “Hayır oynama” mı diyor. Sonuçta, evet, milli takımlarda oynamayacaklarını açıklayan dev isimler vardır (Scholes, Nedved gibi) ama doktorlar tamamen masumane ve hiçbir güç etkisi altında kalmadan gönül rahatlığı ile hastalarına doğruyu mu söylüyorlar. Lütfen tıp etiğinden bahsetmeden evvel muayenehane denilen kavramı gözlerinizin önüne getirin.

Bütün bunların ışığında oynanıyor maçlar yıllardır, bu yıl da öyle olacak. Ama yazının başında da dediğimiz gibi Ramazan ayı başlıyor ve bir ay futbol izleyeceğiz. Her şeyi unutalım ve futbolun eşsiz estetiğine kaptıralım kendimizi. Orada olmadığımız için küfür edelim, 2014 Brezilya için daha çok çalışalım…

Son bir not vermek istiyorum: Brezilya gruptan çıkamayacak gibi geliyor bana… Acaba Nike bu işe için için sevinir mi intikam sebebiyle… Şimdi futbol konuşsun lütfen.

Kaynakça: Boniface Pascal, Futbol ve Küreselleşme, NTV Yay., 2007