22 Eylül 2010 Çarşamba

Gelin Linç Yapalım



"TAYAD'lılar olduklarını bilseydim, ben de aşağıya inebilirdim"

Yukarıdaki cümleyi söyleyen şahıs bir belediye başkanı. "Türkler misafirperverdir" tanımının her daim kullanıldığı Türkiye'nin bir ilinin belediye başkanı. 2005 yılının kasım ayında Rize'de TAYAD üyelerine yapılan saldırıda, saldıranlara tam destek veren ve beklenenin altında bir reaksiyon gösterildiğini savunan Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı'nın sözleri bunlar.


Özellikle 2005 yılında Orhan Pamuk'un Nobel ödülü kazandığı dönemde yaşananlar, Trabzon ve Rize'deki TAYAD olayları, Hrant'ın öldürülmesi pek çok insanı rahatsız etmiş toplumda, benim tahmin ettiğimden daha fazla ses çıkmıştı. Fakat sayıca az bir grubun dile getirdiği bir durum var ki aslında tüm yaşananların tablosunu çiziyor bizlere.

Tarihimizde pek çok örneği bulunan, bugün de gayet olağan bir şekilde süren olaylar Türkiye'de linç rejiminin sürekli varolduğunun açık bir kanıtı aslında. Bu olayların hedefleri ve bahaneleri birbirine çok benzer. Eskiden azınlıklar, sonrasında Aleviler ve komünistler, ardından, PKK bahane edilerek, Kürtler ve şimdilerde İslami ve milli söylemler kümesine dahil olmayanlar ya da edilmeyenler.

Bütün bunların oluşmasında neler etkendi, neler bize etken olarak gösterilmek istendi ve bizler neleri aslında etken oldukları halde bir türlü kabullenmek istemedik?

Cevapları bulabilmek için linç olaylarının tarihine bir bakmakta fayda var. Linç olaylarının nasıl başladığından ziyade, nasıl adlandırılıp meşru bir kılıfa sokulduğunu anlatabilmek için Yeni Kıta'nın iç savaşına ve hemen sonrasına bir miktar bakmak durumundayız. Amerikan İç Savaşı sırasında ve sonrasında oluşan düzensiz ortamda özellikle at ve sığır hırsızlarına karşı, formal mahkemelerin ulaşamadığı yerlerde halk mahkemelerinin kurulmasının önü açılmıştı. Bunu sağlayan "LİNÇ" e adını da veren şahıs, Yüzbaşı William Lynch'dir.

Kurulan bu mahkemelerin suçluyu yargılama ve hapse atma hakları vardı. Bir suçluya karşı, jürinin ya da hakimin mağdurlardan oluştuğu bir mahkemede yargılanmanın saçmalığını bir kenara bırakın, suçluyu idam etme izni bulunmayan bu halk mahkemeleri bir süre sonra amaçlarının dışına çıkmıştı. 1869-1874 yılları arasında özellikle güney eyaletlerde 3800'den fazla, çoğu zencilerden oluşan kişi asılarak linç edilmişti.

Devinim oldukça hukuk gelişti, yeni kanunlar, yeni uygulamalarla, eğitimle linç olaylarının önü kesilmeye çalışıldı. Gelin görün ki ülkemizde daha çok devinime ihtiyacımız var gibi gözüküyor.

Dün akşam saatlerinde Beyoğlu'nda bir sanat galerisi taşlı sopalı saldırganlar tarafından basılıp, içerdeki insanlar linç edilmeye çalışıldı. Tam burada daha önceki söylemlerimden, yani saygı çerçevesinde tartışma yapmamız gerekir söylemlerimden biraz uzaklaşarak bu saldırıyı gerçekleştiren gruba bir tanımlama yapmak istiyorum.

Grubun kullandığı silahların savaş kronolojilerindeki yerine baktığımızda aslında hangi evrim basamağında olduklarını çok iyi görüyoruz. Fakat her canlı evrilir, her canlı bir şeyler öğrenir, bu insanlar da biber gazı kullanmayı öğrenmişler. Stanley Kubrick'in 2001 filminde kemikle bir şeyleri parçalayabileceğini öğrenen Neandertal altı varlık kadar sevindiklerine eminim.

Tekrar konumuza dönmek gerekirse; kısa anlatmaya çalışarak linç olaylarının temel nedenlerini şöyle sıralayabilir miyiz?


  • Lincin iç dinamikleri: ordu devlet olmamız. Karma ideolojik felsefeleri benimsemiş olan partilerimiz. Önce apolitikleştirilip (tam burada solun 80 sonrasında "anarşizm", "terör" gibi saptamalarla betimlenmesi ve populist islamcılık direkt, populist milliyetçilik ve endirekt milliyetçilik anlatılabilir) sonra partilileştirme çabasında yoğrulan gençlerin holiganlık düzeyinde parti tutma sevdaları.
  • Lincin dışarıdan gelen dinamikleri: vali, belediye başkanı, emniyet müdürü gibi bürokratların linç olayları karşısında oluşturdukları ortak söylemler.
  • 1950 sonrasında refaha kavuşan ordu ve 80 sonrasında semiren MGK
  • Demokratikleşme çabasının yanında popüler İslamcılık ve milliyetçilik söylemi içinde oluşan muhafazakarlığın kendi kanunlarını uygulayabilme çabaları
  • Kelimeler ve cümleler üzerinden ortamı istenen hale sokma çabaları

Dikkat!!! Yazının bundan sonraki bölümü yanlış anlaşılmaya çok müsait.


Linç olaylarına baktığımızda temelde yargının kararlarından memnun olmayan insanları görebiliriz. Özellikle radikal düzeyde taraf olanlar, sadece kendi düşüncelerinin üstün olduğuna inanan insanlar, kendi düşüncelerinin karşıtı insanların cezalandırılmaları gerektiğine inanırlar. Demokrasilerde bu cezalar sandıklarda verilir, düşünceler yüzünden ya da bir insan bir düşüncenin esiri olduğu için ceza verilmez. Radikal düşünceler, muhafazakarlar, bir düşünceyi sağlıklı bir şekilde hazmetmeden taraf olanlar ve insan olmanın asıl durumunun yani saygının farkına varmamış olanlar bu cezasız bırakılmadan hoşnut olmazlar. Bu durum kendi cezalarının verilmesi şeklinde gelişir. Ceza genelde linçtir.

Ülkemizde yaşanan olayların geneli karşıt görüşlerin cezalandırılmaması ya da cezalandırılanların (özellikle 141-142-301-318 gibi sayılardan bahsediyorum) cezasını az bulmaktan kaynaklanıyor. Etnik alt yapısı olan linç olaylarını bunun dışında tutuyorum. Bir de hem etnik alt yapıya hem de ceza azlığına atfen yapılanlar vardır. Elif Şafak, Orhan Pamuk, Hrant Dink bu kontenjandan yararlanmış, en üzücü olanı ise maalesef Hrant'ın ki olmuştur. (burada 301. Madde'nin Hrant'ın ölümünden sonra şu tarz bir kullanımı olmuştu:

3 kurşun

0 koruma

1 ölüm

belirtmeden geçemedim)

Özetlemek gerekirse halk, bir kişiden, bir kurum ya da kuruluştan memnun olmaz, bunu şikayet ederler, devlet (demokrasisi) bunun hakkında bir şey yapamayacağını dile getirir ve sandıklar açılır, taş ve sopalar ele alınır.

Tıpkı holiganlık düzeyinde spor müsabakası izleyenler gibidir durum. Karşı takımın galibiyetinden, alınan puandan ya da hakemden memnun olunmaz, stat içinde ya da dışında taş ve sopalara sarılınır. Bu durumu da linçten ayırmak imkansızdır. En son pazartesi günü oynanan Gaziantep Bursaspor maçında yaşanan olaylar ve maçın tatili sonrasında yaşananlar bunun tipik bir örneğidir. Birçok eski hakem, yorumcu vs. olaylar hakkında "Canım hakemin kafası kanamış, tedavi et, maça devam et" eğiliminde açıklamalar yapmıştır. Bu durum aynı zamanda bir hedef göstermektir.

Linç olaylarında, linç yapıcıları tam anlamıyla fikir sahibi olamadığından kanaat önderleri onlara ne yapmaları gerektiğini söylerler. "Tehlikenin farkında mısınız"dan tutunda, "Din elden gidiyor"a kadar uzatılabilecek söylemler, özellikle iletişim aygıtlarını, görece, daha iyi kullanan insanlar tarafından dillendirilmeye başladığında linç olayları başlar.

İşte dün akşam ki olay öncesinde, hem de bir ay öncesinde yayınlanmış bir yazı:

http://www.tophanehaber.com/goster.asp?nereye=yazioku&ID=123

Bu açık bir hedef gösterme, açık bir tahriktir. Bu yazı yazıldıktan sonra sessizlik beklemek aymazlıktır.

Bu olayın bir boyutu, lincin çıkmasına sebep olan boyutlardan biri diyebiliriz. Şimdi rahatsız edici bir diğer boyuta gelelim. (komple teori)

Özellikle "milliyetçilik" kavramı altına çok rahat bir şekilde "ulusalcılık" kavramını koyabiliriz. Sanmıyorum ki dünyanın başka hiçbir ülkesinde milliyetçiliğe bizim ülkemizde olduğu kadar çok isim takılmamıştır.

Ulusalcılar bugün Atatürk, laiklik, cumhuriyet söylemleri ile ülkede korkuyla yıkanmış ve çok yanlış anlaşılmaya müsait bir kutup yarattılar. Dün basılan sergilerden biri Extramücadele 2010 ulusalcıları rahatsız edebilecek sergilerden biriydi. Basın bu linç olayını "içki yüzünden" olarak yansıttı ama altında yatan sebeplerin iyi araştırılması gerekiyor.

Daha önceki yazılarda da defalarca belirttiğim gibi. Konu ne olursa olsun, karşı taraf ne yapmış olursa olsun, önce karşıdakinin yaşam hakkına saygı duyulmalı ardından saygı çerçevesinde tartışma yapmayı öğrenmeliyiz.

Konuyu bir boyuttan başka bir boyuta taşıyarak bir infial yaratma niyetinde değilim. İsteğim; konunun doğru anlaşılması ve bu anlayıştan olayları azaltacak hatta yok edecek kavramlara ulaşmaya çalışmamız.

dünya "akıllı ol" diyenlerin değil akıllı tartışanların dünyasıdır.

Her şeyden önce saygıyla, saygılarımla.

İlgili bağlantılar:

http://galerinon.com/tr/extrastruggle-i-didnt-do-this-you-did

http://www.tophanehaber.com/goster.asp?nereye=yazioku&ID=123

http://www.medyagundem.com/index.php?news=7564

13 Eylül 2010 Pazartesi

Voltaire ve Naziler


Voltaire'in "Söylediklerinizi onaylamıyorum ama bunu söyleme hürriyetinizi ölene kadar savunacağım" sözünü bloğa yazmamın ertesinde kadim dost Uygar "Peki Nazilere de mi iyi davranacağız?" sorusunu sormuş. Bu yazı bu soruyu cevaplamaya çalışacaktır.

Evet Voltaire belki Nazi Almanyası döneminde yaşamamış, Şili darbesini görmemiş, Humeyni İranı'nı ya da Stalin Rusyasını görmemiştir (son söylenen uzun tartışmalara açıktır ama bu başka bir yazının konusu olsun), ama Roma İmparatorluğunu, Osmanlı İmparatorluğu'nu, Attila'yı, Cengiz Han'ı görmüş tanımıştır. Keltleri öldüren Anglosaksonları, Yeni Dünya'yı yıkıp kavuran İspanyolları, sömürgeci Portekizleri, Thomas More'u asan Henry'i duymuştur.

Ve bütün bunların ışığında Voltaire de tıpkı çağdaşı ya da halefleri ve selefleri gibi şiddetin, iftiranın, saygısızlığın ve eşitsizliğin ne denli ahlaksızca bir şey olduğunu dile getirip durmuştur. İnsanların birbirleriyle tartışmasının saygı sınırları çerçevesinde, ahlaksızlığı ortaya koymadan yapabildikleri ölçüde başarılı olabileceklerini savunmuştur. Savaşa, şiddete karşı çıkmıştır.

Dünya dinamikleri çerçevesinde, Voltaire'den bir süre sonra Nasyonal Sosyalistler (Nazi) Almanya'da iktidar olmuşlar, ertesinde de II. Dünya Savaşını başlatmışlardır. Savaşta hatrı sayılır seviyede insan ölmüş, katledilmiş, telef olmuştur.

Şimdi… Savaşın ertesinde Nürnberg Mahkemeleri'nin kurulup uluslararası bir yargı düzeni oluşturulup, yakalanan Nazi subaylarının yargılandığını hatırlatmakta fayda var, ne var ki biraz geriye dönüp bakmak lazım.

Adolf Hitler Şansölye olmadan evvel Almanya'nın o dönemdeki aydınları diyebileceğimiz bir grup insan Frankfurt Okulu'nu oluşturuyordu. Walter Benjamin, Erich Fromm, Theodor Adorno gibi insanlardan oluşan bu topluluk bas bas "Nazi iktidarı olursa durum faşizme gider" söylemleri yapmışlar ama buna engel olamamışlardır. Ama asla "Bakın bunlar cahil, sığır bilgisiz, siz de bunları seçerseniz cahilsiniz sığırsınız, bilgisizsiniz" dememişlerdir. Başında da dediğimiz gibi dünya dinamikleri farklı ölçülerde işlemekte, zaman, ekonomi, din ve siyasi diğer dinamikler sayesinde gelişmektedirler.

Sonucunda savaş başlamış, 4 yıl boyunca milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Bunlar olurken bazı insanlar başka yerlerden yardım almaya çalışmışlar, olayı Vatikan'a bile götürmüşlerdir. Şimdi Nazi'lere Protestan oldukları gerekçesiyle ses çıkarmayan Papalık dahi suçlanmakta. Savaş savaşla bitmiş sonuçları da insanlık için kötü olmuştur. Ama savaş halinde yaşananlar savaş bittikten sonra durdurulmuş, suçlular hukuki olarak cezalandırılmıştır. Peki Nazi askerlerine ne oldu? Bir düşüncenin peşinden giden, ona inandırılan, propagandalar sayesinde bir şeyler yapmaya zorlanmış bütün Nazi askerlerini (yani basit erleri) çöpe mi atacağız. Onlar Nürnberg'de yargılanmamışlardır.

Ve son olarak savaş dinamikleri farklı bir alanda tartışılır. Ama bu esnada söylenecek bir şey vardır. Savaş halinde iken bile savaşa karşı olmak abes bir şey değildir. (A.B.D.'nin Vietnam'dan ayrılması tüm dünyada yürütülen sivil direniş sayesinde olmuştur, dünya değişiyor)

Doğru olan, izin verdiği ölçüde tartışmak, insanların savunmalarını dinlemek, bunu takiben kendi savunmalarınızı hatta karşı stratejinizi belirlemek, yapılabiliyorsa, size yanlış geleni ona aktarmak ve eğer istiyorsanız onu saflarınıza çağırmaktır.

Bugünün dünyasında ne Nazi Almanyası dönemindeki gibi bir savaşa sürüklenecek, ne de bizler Humeyni İran'ı gibi olacağız. Buna neredeyse emin gibiyim. Ama… ama bir şeyi belirtmekte fayda var;

İster Nazi olsun, ister şeriatçı olsun kimseyi suçlayamaz, kimseyi öldüremez, kimseye şiddet (küfür de bir şiddet biçimidir) uygulayamazsınız. Onunla oturup konuşabilirsiniz, onu kanunlar çerçevesinde karşı karşıya gelebilirsiniz, eğer düşüncelerini uygulamaya çalışırsa ve bu uygulamalar sizin kanunlarınızda suçsa ona dava açabilir, yargılanmasını sağlayabilirsiniz. Ama kimseye, hem de kimseye şiddetle yaklaşamaz, istediğiniz sonucu elde edememenin verdiği sinirle ona saldıramazsınız.

Referandum öncesinde düşüncelerine saygı duyduğum, birikimimin, onların birikiminin yanına bile yaklaşamayacağını düşündüğüm birçok insan oylarının rengini belli etti. Kimi evet diyordu, kimi hayır diyordu, kimi ise boykot çağrısında bulunuyordu. Ben sonsuz saygı duyduğum bu insanlara, benimle aynı fikirde olmadıkları için "Andaval" mı diyeceğim, benim rengimden olmadığı için "Sığır" mı diyeceğim, "Bir avuç cahil, bilgisiz" mi diyeceğim. Hayır demeyeceğim. Kimse benim gibi düşünmek, benim gibi davranmak, benim için bir şeyler yapmak zorunda değil. Benim için doğru olanı yapmaları için ben de iletişimimi kullanır, kamuoyu oluşturur onlara benim doğrularımı anlatmaya çalışırım. Hem bugün bunu yapmak, 1940'larda yapmaktan daha kolay. Günlerdir deli gibi Facebook ve Twitter propagandası yapmıyor muyuz?

Bir kişiyi, Ermeni, Kürt, Rum, Laz, Çerkez olduğu gerekçesiyle suçlayamazsınız. Alevi, Sünni, Hıristiyan, Yahudi olduğu gerekçesiyle suçlayamazsınız. Bir kişiyi dindar olduğu için ya da ateist olduğu için suçlayamazsınız. Bir kişiyi başörtüsü taktığı için suçlayamaz, onu zeka geriliği ile itham edemezsiniz. Size göre yanlış olabilir ama bunu ona anlatmayı tercih etmelisiniz.

"Sanki dinliyorlar da, onlar da bize diyor, onlarla oturulup tartışılır mı?" gibi soruları sorduğunuzu duyar gibi oluyorum ama karşınızdakilerin yapamaması sizin de yapamayacağınız anlamına gelmez.

Son olarak şunu söylemek istiyorum. Yanlış anlaşılmak, kendimi ifade edememek en korktuğum şeylerden biridir. Bütün bu yazdıklarımdan benim İsevi ya da Gandici bir düşünceye sahip olduğum, "Sana tokat atılırsa öbür yanağını çevir" gibi bir zihniyetle hareket ettiğim anlaşılmasın. Ben doğru olanın son ana kadar kendinizi ifade etmek için çaba sarf etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ardından hukuki süreç başlar. Ama lütfen Anayasa Mahkemesi olmasın…

Sonuç olarak dünya uzun bir süre daha insanların ortak fikir birliğine varıp, herkesin aynı şeyleri istediği bir yer olmayacaktır. Bir süre daha haksızlıklar, eşitsizlikler, yanlışlar yaşanacaktır. Bu durum sonsuza kadar sürse sonsuza kadar savaşmaktan, şiddetten bıkmayacak mısınız?

Dünya döndüğü sürece çoğu kişi benimle aynı fikirde olamayacak, en azından ben göremeyeceğim, ama ben kimseye terbiyesizce, seviyesizce yaklaşmayacağım.

En üzüldüğüm ne biliyor musun Dawnspiper; uğruna öleceğin kişilerin sana "sen ve senin gibiler" diye başlayan cümleler kurması.

Walter Benjamin...

Düzeltme ve Özür

Sevgili dostumuz Burak Tezcan'ın uyarısıyla bir düzeltme yapmak şart olmuştur. Bir önceki yazıda "Bu arada Türkiye A Milli Takımları'ndan herhangi biri takım sporlarında daha önce final oynamamıştı. Bu uğurda da başarıdır." yazmıştım. Bilgi eksikliğinden kaynaklanan bu yanlış bilgi Burak Tezcan tarafından düzeltilmiştir. Türkiye A Milli Plaj Hentbol Kadın ve Erkek takımları finale kalmışlar. Doğru bilgi için Burak Tezcan'a teşekkür ediyor, yanlış bilgi için tüm okuyanlardan özür diliyorum. (Not: Bilerek kadın yazdım)

İlgili bilgiler:

12 Eylül 2010 Pazar

Bitti...




Referandum bitti, Dünya Basketbol Şampiyonası bitti... aşağıda gördüğünüz Black Label ve köpüklü şarabımız da bitti... Oh be! Oh beeeeee!!!!

Tekrar insan gibi yaşamaya dönelim.
Nasıl bir bayramdı anlamadım. bir büyüğümün elini öpemeden, kafama kolonya dökemeden, bir tanecik şeker yiyemeden bitti her şey...

Buradan yakında ve yakımda emeği geçen Doruk Engin ve Ömer Murat'a teşekkür ediyorum. Bir an olsun yakınımdan ayrılmadılar, hayatımızın 5 gününü beraberce yaktık...

Referandum sonucunda bir çok kimse mutlu olamadı. Elbette demokrasilerde herkesi mutlu etmek mümkün değildir. Bundan sonra yapılması gereken metanetle karşılama ve karşı çıktığınız ya da savunduğunuz düşüncelerin altını kuvvetli argümanlarla doldurarak sesinizi duyurmaya devam etmeye çalışmaktır. En azından ben öyle yapacağım.

Sonuçta hepiniz apolitik olmadığınızı aylardır sosyal paylaşım ağlarından yaptığınız propaganda ile kanıtladınız. Demek ki söyleyecek bir çok şeyiniz vardır, olmalıdır, olacaktır. Bu uğurda sizlere tek bir sözü hatırlatarak seviyeyi yükseltmeyi hedefliyorum...
Voltaire tartışma esnasında karşısındakine söyler bu sözü;
"Söylediklerinizi onaylamıyorum ama bunu söyleme hürriyetinizi ölene kadar savunacağım"

Bunu aklımızdan çıkartmadan saygılı ve seviyeli bir biçimde, yani o her iki tarafında diline pelesenk olmuş "demokrasi" bağlamında konuşmaya devam edersek daha güzel bir yerlere varabileceğimize eminim...

Çok basit bir şeyi hatırlatmakta fayda var. Bu ülkede bundan sonra da seçimler yapılacak ve sizlerin seçme ve seçilme hakkınız baki kalacak. Bugün bu kanallardan yaptığınız gibi yine propaganda yapmak, sesinizi duyurmak ve kamuoyu oluşturma hakkınız da mevcuttur, ama bunu seviyeli bir biçimde yaptığınız zaman dünya daha yaşanılası bir yer alacaktır.

Hiç kimsenin karşıt düşüncedeki bir insana "Salak" deme hakkı yoktur, olmamalıdır, olamaz... Yapmayı düşündüğünüz ya da yaptığınız bu şey size hiç bir şey kazandıramaz.

Kimliğinizi ya da düşüncelerinizi bir kenara bırakmadan şunu kabul etmeniz lazım.
Siz bir insansınız. İnsanın en önemli özelliği bilinçli olmasıdır. Bu bilincinizin size verdiği yetkiyi kullanarak önce diline, dinine, ırkına, düşüncesine, teninin rengine bakmaksızın bütün insanlara saygı duymak, onların yaşama hakkını savunmak zorundasınız. Aynı saygıyı tüm canlılara, hayvanlara ve bitkilere de duymalısınız. Bu sizin en önemli insani özelliğinizdir. Bunu yapmak, bu eğilimde davranmak zorundasınızdır. İnsan olmanın gerekliliği budur.

Eğer beğenmediğiniz bir düşünce sistemi ya da bir sisteme inanmış bir insan varsa amacınız onu yenmek değil, ona, sizin için yanlış olanı anlatmak olmalıdır. Belki de onu düşüncelerinden vazgeçirebilirsiniz. Kim bilir belki o sizi vazgeçirecek, beğenmediğiniz düşünce sisteminin ondan daha büyük bir savunucusu olacaksınızdır.

Şimdi de basketbol...
Yukarıda söylediklerimin hepsini yutup "Kevin Durant adam değilsin" desem ne olur sanki... Biliyor musunuz; maç esnasında kapı çaldı, gittim açtım, karşımda Kevin Durant. "Abi çok özür dilerim, geçebilir miyim bahçeye doğru, 24 saniye süremin dolmasına 4 saniye kaldı" dedi. Bahçeye çıktı ve bizim şaşkın bakışlarımızın arasında topu fırlattı. bir kaç dakika sonra televizyonda basket oldu. Cihangir'den Ataköy'e. Yuh Kevin Durant YUH!

Her ne olursa olsun Türkiye A Milli Basketbol Takımı tarihinde ilk defa final oynadı ve bize basketbolu bir kere daha sevdirdi. Umarım finale kadar izleyiciyi gerek ekran başında gerekse salonda tutan Milliler basketbolun gelişimine katkıda bulunmuşlardır.

Bu arada Türkiye A Milli Takımları'ndan herhangi biri takım sporlarında daha önce final oynamamıştı. Bu uğurda da başarıdır.

Ve maçın ardından madalya töreninde Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan'ı yuhalayan Sinan Erdem'de bulunabilme şansına haiz kimi seyirciler. Lütfen bu yazıyı baştan bir kere daha okuyun...

Kimseye bir şey öğretmek, kimseye ahkam kesmek hedefinde değilim. Ben ateş olsam cürümüm kadar bile yer yakamam, ortamda nem çok be çoktan çürümüşümdür.
Ben bugün böyle düşündüğüm için bu yazıyı kaleme aldım. Hafta benim için böyle bitmişti, yeni hafta benim için böyle başladı. Son söz...

Kevin Durant, kapıyı kapatsaydın bari giderken, ceryan yaptı sabaha kadar, tırık olmuşuz...

Düzeltme ve özür: Sevgili dostumuz Burak Tezcan'In uyarısıyla bir düzeltme yapmak şart olmuştur. Yukarıda "Bu arada Türkiye A Milli Takımları'ndan herhangi biri takım sporlarında daha önce final oynamamıştı. Bu uğurda da başarıdır." yazmıştım. Bilgi eksikliğinden kaynaklanan bu yanlış bilgi Burak Tezcan tarafından düzeltilmiştir. Türkiye A Milli Plaj Hentbol Kadın ve Erkek takımları finale kalmışlar. Doğru bilgi için Burak Tezcan'a teşekkür ediyor, yanlış bilgi için tüm okuyanlardan özür diliyorum. (Not: Bilerek kadın yazdım)

FIBA 2010 Finali



Akşama hazırız...

7 Eylül 2010 Salı

O Şimdi Ne Düşünüyor

Sanılacağın aksine Zülfü Livaneli tandanslı değil bu girdi. Kendisinden pek haz etmem, bana sıkıcı, sakil gelir Zülfü Livaneli. Bono ile sahne almış olmaları ise tencere kapak ilişkisine güzel bir örnek olabilir. Dolayısıyla aşağıdaki şiiri şarkılaştırmış Livaneli ile ilgili değil bu. Ben gerçekten birinin ne düşündüğünü merak ediyorum. Hem tencere kapak ilişkisi hem de U2 Konseri başka bir yazının konusu olsun şimdi şu şiiri okuyalım. Keşke Livaneli Nazım Hikmet'i hiç tanımamış olsaymış.


 


O şimdi ne yapıyor
         şu anda, şimdi, şimdi?
Evde mi, sokakta mı,
çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir,
– hey gülüm,
            beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!.. –

O şimdi ne yapıyor,
    şu anda, şimdi, şimdi?

Belki dizinde bir kedi yavrusu var,
                                             okşuyor.
Belki de yürüyordur, adımını atmak üzeredir,
– her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren
                                                            sevgili, canımın içi ayaklar!.. –
Ve ne düşünüyor
           beni mi?
Yoksa
         ne bileyim
       fasulyenin neden bir türlü pişmediğini mi?
Yahut insanların çoğunun
     neden böyle bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor,
                          şu anda, şimdi, şimdi?


 

23 Eylül 1945 N. Hikmet

6 Eylül 2010 Pazartesi

Hafta Sonları


Işıl ışıldır normalde.

1 numaralı seçenek

Cuma işten çıkıp bir etkinliğe dahil olunur, cumartesi etkinlik devam ettirilir, cumartesi gecesi daha bir ateşli geçer, Pazar sabahları ise tüm hafta sonunun kritiği, güzel kahvaltı, dinlendirici ve detoks etkisi yaratacak yiyecek ve içecekler eşliğinde yapılır.

2 numaralı seçenek

Cuma akşamı ya da cumartesi sabahından civar köy ya da kasabalara gezmeye gidilir…

3 numaralı seçenek

Cuma akşamı maçları izlenir, ertesinde etkinliğe gidilir. Cumartesi sabah etkinliğe devam edilir, cumartesi gecesi maçları izlenir, maç ertesinde etkinliğe gidilir… Pazar sabahı kritik, güzel kahvaltı falan filan… Pazar gecesi maçları izlenir, bira ve abur cuburdan bozulmuş mide pazartesi sabahı maçların kritiği yapılırken düzeltilmeye çalışılır…

4 numaralı seçenek

Cuma akşamı yatılır, cumartesi yatılır, Pazar yatılır, pazartesi şişmiş gözlerle işe gelinir, çarşambanın gelişi iple çekilir.

5 numaralı seçenek (kamikaze opsiyon)

Cuma akşamı torbacı ile buluşulur, keyif verici madde temin edilir. Cuma akşamı, cumartesi sabahı, cumartesi akşamı, pazar sabahı keyif verici maddeler tüketilir. Pazar akşamından pazartesi sabahına kadar vücut dinlendirilir. Pazartesi iş yerinde "Hafta sonu ne yaptın?" diye soranlara "Offf! Acayipti." cevabı verilir. "Tamam ama ne yaptın" "Offf! Ne sen sor ne ben…hatırlamıyorum"

6 numaralı seçenek (muhafazakar opsiyon)

Cuma akşamı akşam namazı sonrası eve gelinir, tefekküre devam edilir. Cumartesi sabahı hatim indirilir, cumartesi akşamı camiden gelinince Nihat Hatipoğlu dinlenir. Pazar sabahı bir hatim daha, kabristan ziyareti, ertesinde kaza namazlarının kılınması, Pazar akşamı bin tövbe sonrası yatağa girilir.

Şimdilerde hangi seçeneği seçersem seçeyim mutlu olmuyorum. Hafta sonlarını sevmiyorum nedense… Gören de çalışma hayatını seviyorum zannedecek. Görece işimi seviyorum ama hafta sonları eskiden daha zevkliydi. Neyi arıyorum bilmiyorum…

5 Eylül 2010 Pazar

Kağıdı Nasıl Katlayalım?


İsterseniz uçak yapıp zarfa koyun bir şey fark etmeyecek. O "EVET" ve "HAYIR" arasındaki çizgiden bağımsız bir yere bastığınız zaman oylarınız geçerli olacaktır.

"Hayır'a bastıktan sonra kağıdı dışarı doğru katlarsanız mühür bulaşmayacak ve oyunuz geçersiz kılınmayacak" diyenler var…

Bakın canım arkadaşım. Mührü bastıktan sonra kağıdı içe doğru katlarsanız mühür "EVET" kısmına bulaşır bu doğru. Ama fizik kanunları uyarınca bu ters olacaktır. Yani orada "Ǝvɘt" yazacaktır. Sizin oyunuz "Evet" olarak belirecek ve oyunuz geçerli olacaktır.

Tüm paranoyaklara saygılarımla…

2 Eylül 2010 Perşembe

Playing For Change

Bizde Doğa İçin Çal adıyla yapılan bir sürü müzisyene bir şarkı çaldırıp onu kurgulayıp güzel sonuçlar alıyor, alttan da vermek istediğiniz mesajı veriyorsunuz bu projede. Şimdilerde sosyal paylaşım ağlarında Doğa için Çal 2 dönüyor; Gidiyorum Gündüz Gece...

Bunun çıkış noktası olan Playing for Change'den bahsedelim ama... Burada daha çok sokak müziği yapanlar kullanılıyor bu tarz bir kurgu yapılırken... ben şeyetmeyeyim, izleteyim... lakin ki sözler kifayetsiz kalabilir.