31 Mart 2010 Çarşamba

Haydar Haydar



Bu Şarkıyı en güzel söyleyen kişi hiç şüphesiz Tuna Orhan'dır... Üvey babam diye demiyorum... Kendisini sık sık alkolün derin karanlığına sürükleyip zorla eline gitar tutuşturduğumu ve Haydar Haydar söylettiğimi anımsadım bir anda...

Tuna Orhan yorumunu dinleyemezsiniz şimdilik Luxus ile idare ediverin...

Karanlık, Soğuk, Keskin ve Alabildiğine Gerçek...

Akşam Pülüp’le konuşuyorduk, müzikten bahsediyorduk kendi çapımızda, benim ne kadar Ortodoks bir müzik dinleyicisi olduğumu anlatmayan çalışırken Pülüp’te 2000 sonrası müziği takip ettiğini ve yeni çıkan her şeyi hemen elde etmek istediğinden dem vuruyordu. Hatta bu isteğini rapidshare şifresi alarak gerçekleştirmeye başlamış.

Müzik eleştirmek, müzik dinlemek gibi bir şey değil. Christina Aguilera’ya “İpeksi bir sesi var, müthiş bir gırtlak” demekle olmuyor bu eleştiri işi. En beğendiğim yazarlardan Bernard Shaw’ın yazma çizme işine ilk olarak müzik eleştirisi ile başladığını öğrendiğimde daha bir anlamıştım bu durumu. Ama sandığınız gibi olmayacak bu yazının konusu; müzik eleştirmeyeceğim.

Yukarıda da belirttiğim gibi ben Ortodoks bir müzik dinleyicisiyim, Pink Floyd’dan daha iyisini yapabilen varsa beri gelsin diye bağrınırım çeşitli platformlarda, sadece BLUES dinleyerek hayatımın sonuna kadar yaşayabilirim, Kara Köpek Johnson şeytana ruhunu falan satmış değil, şeytanın ta kendisidir, Eric “The Slowhand” Clapton ise beyazların blues yapabileceğini kanıtlamıştır, Gary Moore’un izindedir. İşte böyledir benim düşüncelerim müzik hakkında…

Sabah kötü başladı birazcık çünkü ManU anlamsız bir yenilgi alıp bana tahmin oyununda puan kaybettirmiş, gece 23.00’a kadar çalışmışım ve akabinde yüklüce alkol almışım… Bu dezavantajlar ve gayet kötü bir duruma yol açan diğer yükümle çıktım evden, soluğu şirkette aldığımda hemen kahvaltı ve akabinde bilgisayarın başına geçtim.

Klasik… Çalışırken başka işlere dalma kıvamındayım zaten. Yalnız bende şöyle bir durum var; bu tarz durumlarda olduğumda daha verimli oluyorum, daha iyi çalışıyorum. İş bir an önce bitsin diye midir nedir? Hop yapıyorum elimden geleni, sonra atıyorum kendimi müziğe…

Blues açmadım bu sefer, Pink floyd’da bulaşmadım… Sert kaçmak istedim sinirli ve güçsüz Borga olarak, eskilere döndüm hemen beni sarsacak kadar Sex Pistols, Bad Religion ve Penny Wise, ardından The Bird and The Worm’un enstrümental versiyonu attım tok karnına. Kurban’ın Wonderful Tonight yorumunu Eric Clapton’a el sallayarak aldım bünyeme, hemen ardından Sagopa Kajmer dinledim ne alakaysa. Vasiyet diye bir şarkısı var abinin, Kapadokya tribinde Attila sürekli dinleterek alıştırmıştı bu şarkıya, dinledikçe Kapadokya geldi aklıma ve şarap istedi canım. Demek ki akşam Arsenal-Barcelona maçını izlerken evdeki Tellibağ’ı iç edeceğim…

Şimdi Bulutsuzluk Özlemi’nden Karanlık Soğuk dinleyeceğim… çünkü karanlık ve soğuk bir gün… Red Hot Chili Peppers geldi aklıma ve Karanlık, Soğuk, Keskin ve alabildiğine gerçek dedim. Eklektik olduk müzikle…

Hazır müzikten konuşmuşken basit eleştirimi de yaparak: Kaprisin sevmediğim bir müzik tarzı olduğunu da belirteyim ve yazıma son vereyim. Grafikerler seslerini duyuramıyorlar kulaklığımdan kulaklarıma…

17 Mart 2010 Çarşamba

Sen Bunu Daha Önce Kime...?

GPS’e ihtiyacınız yok.

Türklerin karakteristik bazı özellikleri vardır.

Zile basıldığında “Kim o?” diye sorduğunuzda “Ben” diye cevap almak, ıslanmış bir halde kapalı mekana girildiğinde “Aaa! Yağmur mu yağıyor?” sorusuyla karşılaşmak, telefonunuzu kapatınız uyarısıyla karşılaştığınızda, telefonunu sessiz moduna alan insanları görmek, yemeğin çatalın yanıyla kesildiğine şahit olmak, ekmeksiz yemek yediğinde doymadığını iddia eden insanlarla çevrili olmak, yabancı ülkeleri protesto etmek için oranın mallarını yakan insanların sana el salladığını hissetmek, sinyallerin çalışmadığını sanmak ve sayamadığım sayamayacağım daha nice davranışla karşılaşmak 26-45 doğu meridyenleri 36-42 kuzey paralelleri dahilinde olduğunuzu anlatır size.

Ama kredi kartına 6 taksitle pompalı tüfek almama sebep olan bir cümlecik var ki…

Doğduğumdan beri duyuyordum fakat o gün farklıydı benim için…

Ankara’yı bilenler bilirler, Batıkent diye bir semt vardır. Dizi dizi sitelerden oluşmuş bir semt. Karayalçın döneminde yapılmıştı. Ucuza ev satın almıştı insanlar, ulaşım yönünden Ankara’nın biraz dışında olduğundan ucuzdu ama sonradan öğrenciler ve metro biraz rant kazandırmıştı Batıkent’e. Neyse bizim Yaprak Taylan’ın öğrenci evi vardı orada. Bir gece orada takılıyoruz. Muhabbet içki falan, bir an saçlarımdan canım sıkıldı. Upuzun sırma gibi saçlarım vardı o zamanlar, ortamlarda çılgın attığımız dönem, “Kes saçları Yaprak” dedim. Bir haz yaşayacağını anlayan Yaprak ikiletmedi ve makası kaptığı gibi girişti saçlarıma. Cebinde mi taşıyorsun makası mübarek, bir kez daha düşünmeye fırsat bulamadan saçlarımı elimde gördüm. Gülüşmeler eşliğinde sabahı ettik.

Sabah aynanın karşısında saçlarımın düzeltilmesi gerektiğini düşündüm elbette.

Batıkent’ten Kızılay’a doğru inip bir berber arama yolculuğuna giriştim.

Bakın size ortamı tarif edeyim. 97 yılının şubat ayındayız. Ortam çok karışık. Erbakan başbakanlığındaki refah-yol hükümeti askeri darbeye maruz kalıyor, Kızılay’ın bakanlıklar tarafı gazeteci ordusuyla karışmış durumda. Güvenpark’tan TBMM’ye kadar bir insan seli sabah akşam. Ben o karmaşa içinde karşıdan karşıya geçip Karanfil Sokak tarafına ulaşmaya ve bir berber bulup gazetecilerin fotoğraflarımı çekmesine engel olmak istiyorum.

Neyse efendim ulaşıyorum berbere ve oturuyorum o döner koltuğa.

Arkadaşlar… Yurttaşlar… Romalılar…

Şimdi size büyük gerçeği açıklıyorum.

Bir bayan için o artık korku filmlerinde metafor olarak kullanılan jinekolog koltuğu ne ifade ediyorsa, ne derece gerilim yaratıyorsa berber koltuğu da aklı başında Türk erkeği için aynı şeyi ifade eder.


Bunun çeşitli, gerekli nedenleri vardır. Kollarınıza uygulanan baskı bunun en geçerli örneğidir. Ben bir keresinde otobüste otururken yanımda ayakta duran adamın koluma uyguladığı baskı neticesinde adama “Birader, sen berber misin?” diye sormuştum, adam da “Aaa nereden anladın birader!?!” demişti.

İşte ben bu stres altında oturdum o sahte deriden yapılmış koltuğa ve o soru geldi.



“Ohhoooooo! Kardeş sen daha önce kime gittin?”

İşte bir insanın Türk olup olmadığını anlamak için kullanılan 126.857.778.552 yoldan sadece biri. Bu soruyu soran kişi, kurum ya da kuruluş Türk’tür.

Dediğim gibi bu soruyu hayatımın o dönemine kadar belki binlerce kez duymuşumdur ama ilk ciddi çıkışımı o gün yaptım.

“Sen işine bak kardeş” demiştim o berbere. Berber kendinden beklenmeyecek bir performans göstererek hiçbir muhabbet konusu açmamış, ama kendinden bekleneni gerçekleştirerek iğrenç bir modeli benim güzelim kafama uygulamıştı o gün.

O gün başladı bu soru cümlesiyle mücadelem.

“Sen bunu daha önce kime…” diye başlayan, “kestirdin”, sıktırdın”, “yaptırdın”, “ettirdin” diye biten cümleleri kuranlarla mücadele merkezi kurdum ben.

150.000 kişi çalışıyor bünyesinde bu merkezin. Hepsinin ileri teknoloji bilgisi, uzak doğu sporları uzmanlığı, silah ve bomba uzmanlığı, psikoloji uygulamaları, gerilla taktikleri, edebiyat, tarih, felsefe gibi konularda uzmanlık derecesinde bilgisi var. Hepsi benim gibi mağdur insanlar ve beş kuruş para almadan çalışıyorlar Allah sizi inandırsın.

Şöyle çalışıyor bu merkez. Türkiye’nin dört bir yanına yerleştirilen MOBESE kameraları, internet, telefon ihbar hatları gibi iletişim merkezlerinden alınan bilgiler doğrultusunda eğer birisi “Sen bunu daha önce kime…” diye bir cümle kurarsa anında oraya intikal ediyoruz.

Örneğin evinize tesisatçı geldi, mutfak musluğunun contasını değiştiriyor. İngiliz anahtarını layığıyla kullanamıyor ve “Ohooo! Ya kardeşim sen bunu daha önce kime sıktırdın?” diye bir cümle kuruyor. O an siz cep telefonunuzla bir sms yolluyorsunuz bize, “Acil” yazmanız yeterli. Türkiye sınırlarının dört bir yanına konuşlanmış arkadaşlarımız anında evinize ulaşıyor ve o İngiliz anahtarını layığıyla kullanmaya başlıyor. Tesisatçıya şöyle diyoruz önce;

“Kardeş sorunu bir daha alabilir miyim?”, tesisatçı tekrar ediyor o melun cümleyi…

“Sen bunu daha önce kime sıktır…” sözünü bitirmesine fırsat vermeden İngiliz anahtarını ağzına çakıyoruz. “Ah” dedikçe vuruyoruz, “Oh” dedikçe vuruyoruz. Sürekli, durmadan, dinlenmeden vuruyoruz. Yine vuruyoruz hep vuruyoruz.

Başka bir referans verelim.

Yeni bir eve taşınıyorsunuz. Parkeler biraz eskimiş… İsveç mallarını protesto ettiğimiz için İKEA’nın “evinizi siz yapın kampanyasından yararlanamıyorsunuz.” Siz de bir parke ustası çağırıyorsunuz haliyle. Parke ustası ölçü almaya, sizi bilgilendirmeye, bir fizibilite çalışması yapmaya gelmiş evinize. Kulağının arkasında kalem, elleri arkasında, TOKİ’nin yeni arsasını incelemeye gelmiş başbakan gibi dolaşıyor evinizde ve o cümle geliyor…

“Hanımefendi, valla bunu daha önce kim yapmış bilmem ama çok kötü durumda parkeler.” Demeye başlıyor. Siz iphone’unuza sarılıyorsunuz. Hiç istifinizi bozmayın, o konuşsun.

“Parkeler çok kötü bir ağaçtan yapılmış, çiviler çok adiymiş, vernik zaten en ucuzu. Allah Allah çok kötü işçilik, kim yapmış ki burayı daha önce?”

Bırakınız o konuşsun. Siz iphone’unuzdan safarinizi açın, www.senbunudahaonceahhh.com adresine girip en üstte bulunan “Lütfen gelir misiniz?” butonuna tıklayın. Arkanıza yaslanın, ya da yeni ev orada kanepe koltuk yoktur, salonun eşiğine dayayın omzunuzu bekleyin…

Sizin o gülen gözlerinizi gören parke ustası şaşıracak, sizin ekeşmiş ekeşmiş sırıtan ağzınıza anlam kazandırmaya çalışacaktır kafasında. Bu arada arkadaşlarımız çoktan gelmiştir. Siz hiç uğraşmayın, konusunda uzman kadromuz evinize girecek yolu bulur.

Önce kulağının arkasındaki kalemi alırlar ustanın, sonra pantolonunun kemerine iliştirdiği metreyi alırlar ve hem kalemle, hem de metre cihazıyla cezasını verirler ustanın. Usta “siz bunu daha önce kime yaptırmıştınız?” nidalarıyla huzura kavuşur. Bir daha o cümleyi kuramaz…

Bir örneğimiz de İzmir Altınordu’dan.

Patlak lastiği ile yol kenarında yarım bekleyen bayanın arabasının yanında duran taksici, krikoyla arabayı kaldırmaya çalışmaktadır. Krikonun yamulmuş olan çevirme kolunu bir türlü krikoya tatbik edemeyen taksici dönüp bayana şu inanılmaz soruyu soruyor.

“Hanımefendi, siz bu krikoyu daha önce kime kullandırdınız? Çok affedersiniz ama yamultmuş bunu kim kullandıysa…” derken kavşaktaki MOBESE kameraları durumu tespit eder.

Dudak okuma konusunda uzman çalışanlarımız durumu hemen saha uzmanlarımıza bildirir. Anında oraya ulaşan saha ekibimiz krikoyla adamın önce omuzlarını, daha sonra dizlerini, daha sonrada çenesini kırarlar, bayanın lastiğini değiştirip bir sonraki görevlerine doğru yelken açarlar.

Dün akşam saat sabaha karşı 04:00’da Okmeydanı Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi’ne gittim. Tam bir aydır devam eden ve bir türlü sonuçlanmayan, sonuçlanmadığı gibi müthiş ağrılar çektiren dişimin dayanılmaz ağrısı için dördüncü doktora başvurdum…

Birinci doktordan itibaren başlamıştı lanet soru:

“Siz bunu daha önce kime yaptırdıysanız…”

İlk ikisine, okumuş adamdır, 5 sene diş hekimliği okumuş, üzerine nerden baksan stajıdır falan 7 sene mürekkep yalamışlığı vardır, koca doçentlerden, profesörlerden eğitim almıştır, güngörmüştür, kalenderdir dedim ilişmedim ama dün gece davrandım telefonuma. Hemen merkezdeki arkadaşları aradım. Gereğini yapın ama sabah, nöbetten sonra ilk uykuya daldıktan iki saat sonra, uykusunun en güzel yerinde yapın dedim…

Halletmişler… Onu bir dişçi koltuğuna bağlayıp bütün dişlerini tek tek, uyuşturmadan çekmişler, daha sonra orada bulunan diğer aletlerin ne işe yaradığını vücudunun çeşitli yerlerinde anlamaya çalışmışlar. Ağzında müthiş acılar çeken diş hekimi beyefendi (bakın hala ben efendiliği elden bırakmayıp “beyefendi” diyorum) “Bunu bana neden yapıyorsunuz?” diye soramadığından bir de mektup bırakmışlar göbeğinin üzerine merakını gidermek için…

Merak edenler için mektupta şunlar yazıyordu:

Sevgili diş hekimi beyefendi.

Dün akşam bana “Sen bunu daha önce kime yaptırdın?” diye sormuştun… işte cevabı:

Sana ne lan! Sana ne? Sana ne öküz herif, ağzını burnunu kırdırdın işte iyi mi oldu. Sen ne yapacaksan yapsana, sana ne kimin yaptığından eşeğin oğlu, itoğluit… dolgu mu yapacaksın, ilaç mı yazacaksın, dişi mi çekeceksin, kapıdan mı kovacaksın? Ne yapacaksan yapsana. Sana ne daha önce kimin yaptığından…

Kendim yaptım anasını satayım. Geçtim aynanın karşısına kendi kendime kanal tedavisi yaptım, hobim bu benim, part time diş hekimiyim ben. Var aletim edevatım evde uğraşıyorum hobisel olarak. Var mı? Sana ne? Yap işte. Bak senin yüzünden ağzın burnun kırıldı…

Sevgiyle kalın Doktor Bey!



14 Mart 2010 Pazar

45'likler

Bir 44'lük magnum bilirim bir de Naim Dilmener ve Sarp Dakni'nin atıştıkları 45'likler gecesini...

5 Mart 2010 Cuma

Madem Ermenisin...


A.B.D. Temsilciler Meclisi dün akşam saatlerinde Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısını oylamaya sundu. Oylama sonucunda 23 evet ve 22 hayır oyu çıktı ve Tasarı kabul edildi. Öncelikle belirtelim bu tasarının şu anda bir bağlayıcılığı yok. Daha önce 10 kez yaşanan bu durum bugün 11. kez yaşandı ve daha öncekiler gibi bu da yasalaşmadı. En azından şimdilik yasalaşmadı. Bundan sonra yasalaşıp yasalaşmayacağını göreceğiz. A.B.D.’de işler şöyle yürüyor. Temsilciler Meclisi bir toplantı yapıyor. Bu toplantılar genelde münazara şeklinde sürüyor ve sonucunda başkan isterse bunu oylamaya sunuyor. Oylamada çıkan sonuca göre Meclisten çıkan karar Temsilciler Meclisi Genel Kuruluna sunuluyor. Bu bir tavsiye niteliğinde “Gelin bu konuyu bir tartışalım” gibilerinden. En son Küçük Bush döneminde de aynısı olmuş, Bush konunun Temsilciler Genel Kurulu’nda tartışılmasına gerek olmadığına karar vermişti. Bu da A.B.D.’nin demokrasi zemini işte. Belki Obama peşin aldığı Nobel Ödülü'nün taksitlerini daha yapıcı çözümler üreterek ödemeye başlar bundan sonra.

Benim bu yazıda anlatacaklarım kararın olumlu ya da olumsuz yanları olacak. Soykırımın olup olmadığı, benim bu konudaki fikirlerimden ziyade bu tarz oylamaların sonucunda oluşacak zemine bir göz atmak, durumumuzu incelemek için bu yazıyı yazıyorum.

Geçen yaz Bodrum Havalimanı’nda kızımla uçak bekliyorum. Leyla sıkılmasın diye ona inip kalkan uçakları gösteriyorum camdan. Eğleniyoruz ama hemen yanımda cama iliştirilmiş bir afiş gözüme çarpıyor. Afiş uzun bir yazı da içeriyor ve iki fotoğraf barındırıyor. Yazıda “Sözde Ermeni Soykırımı”nın aslında olmadığı fotomontajla yapılmış fotoğraf argümanıyla (aslında olmayan bir fotoğrafın fotomontaj olduğu açıklanıyor) kanıtlanmaya çalışılıyor. Afiş çok kötü, metin zaten rezalet ve yanındaki albenili Biskrem reklamı “Abi sen nerelisin” diyor Bodrum Belediye Başkanlığı’nın hazırlattığı afişe. Elbette afişin grafik ve metin yönünden artılarını eksilerini tartışmayacağız ama tartışılması gereken asıl noktaya ufak bir ışık tutuyor o afiş. Bizim Ermeni Hadisesi’ne bakışımız işte tam bu minvalde oldu. İnsanlar (özellikle Türkiye’de yaşayanlar) Ermeni Soykırımı olmuştur ya da olmamıştır çerçevesinde baktılar olaya. Argümanlar hep birbirine benzeyen örneklerle süslendi. “Ama savaş halindeydik” ya da “Onlar da öldürdü, bizi sırtımızdan vurdu” en kuvvetli hatta tek argümandı. Bir Ermeni tartışması yaşandığı anda, çok özür dilerim ama, argüman “Madem Ermenisin o zaman …….” tekerlemesinden öteye gitmedi. Tarihsel ya da sosyolojik araştırmalar yapılmadan, politik kökenleri araştırılmadan konuyu düşmanlık seviyesine indirdik daima.

Bugünde bu böyle…

İlk önce durumun öncesine bakalım. Günlerdir konu Türkiye basınında da yabancı basında da tartışılıyor. Aklı selim yazarlar çizerler konunun Ermeni Diasporası önderliğinde yürütüldüğünü, Ermeni Diasporasının böylesi bir tartışmaya ihtiyacı olduğunu vurgulayıp duruyor. Bunu bilmek için kitapları yalayıp yutmaya, uluslar arası ilişkiler dalında yüksek lisanslar doktoralar yapmaya gerek yok. Bunu “Neden?” sorusunu sorabilen herkes yanıtlayabilir. Ama yanıtlanmayan hatta sorulmayan bir soru daha var. Peki Türkler bu tartışmanın sonuçlanmasını ister mi?

Ben cevap vereyim; Hayır!

Sonuçta kendisini milliyetçi konuma koyan hiç kimse bu tartışmanın sonuçlanmasını istemez. Çünkü kazayla bu tartışma bir sonuca bağlanırsa (Ermeniler ya da Türkler durumu kendi açılarından kabullense ve tartışma biterse) o zaman hangi tartışmaya dayanarak ağızlardan salyalarını akıta akıta bağıracağız Ermenilere.

Bizler bu sınırlar içerisinde Türk olmayanlara özellikle de iki etnik gruba çok kötü davrandık yıllardır. Bunun örneklerini 6-7 Eylül olayları, Varlık Vergisi, Trakya Olayları gibi sıralayabiliriz. Ama en son olay, Hrant Dink’in öldürülmesi daha büyük bir örneğe ihtiyaç duymamamızı da işaret ediyor.

Eğer bizim bu kavgalarımız sonuca erişirse milliyetçi camia bağıramaz kendinden saymadığı insanlara…

Basit örnekler olacak ama Fenerbahçe’nin yanında Galatasaray’ın olmaması, Emre Kongar’ın yanında Mehmet Barlas’ın olmaması gibi bir durum bu. Zayıflık. Rakibinle büyümeye çalışmak gibi. Zaten biz hep rakibimizi baz alarak iyi olmaya çalıştık ve rakibimizi yenmeye odaklandık. İyiye ya da güzele, etiğe ya da doğruya yönelmedik. Futbol da ziyadesiyle kötü zaten.

Mesela bugün yapılacaklar belli.

Amerika Birleşik Devletleri Temsilciliklerinin önünde Amerikan Bayrakları ve Obama kuklaları yakılacak, Amerikan malları protesto edilecek, forward mailler yağacak posta kutularımıza, facebook grupları oluşturulacak ve buradan Amerika Birleşik Devletleri en büyük düşman ilan edilecek, Amerikan malları boykotu Sinan Aygün tarafından kamuoyuna duyurulacak ama en çok Ermeni komşumuza olan olacak. Biz onlara yan gözle bakacağız, “Sizin yüzünüzden” diyeceğiz. Onlarda yıllardır olduğu gibi evlerinden başları önce çıkacak, utanarak ve daha da önemlisi korkarak gezecekler doğdukları büyüdükleri caddelerde.

Dink’in katlinden sonra bir grup entelektüel tarafından başlatılan özür kampanyasını yuhladık en son. Bakın özür diyorum. Başsağlığı diyorum. Kampanyanın herhangi bir sayfasına girip herhangi bir harfi dahi okumadan başlatılan linçten bahsediyorum. Bir grup akademisyenin başlattığı ve gerçekten olayların etraflıca inceleneceği İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri toplantısını basalım, toplantının gerçekleşmesini engelleyelim. Abdullah Gül’ün Ermenistan başkanı ile maç izlemesini gereksiz bulalım, sınırların açılması girişimlerini vatan hainliği kabul edelim.

Ben burada sağcı olmak, solcu olmak, devrimci ya da dinci olmak gibi kavramlardan bahsetmiyorum. Ben burada liberallikten, sosyalizmden bahsetmiyorum. Ben burada insanlara iyi davranmaktan, tartışma zeminlerini iyi kurgulayıp saygılı bir biçimde tartışabilmekten, başkalarının fikirlerini dinleyip kendi fikirlerini salyalarını akıtmadan söyleme halinden bahsediyorum. Azınlık olana azınlık olmadığını hissettirmeye çalışmaktan, azınlık bile kötü bir isim bence, bahsediyorum. İnsanları seçemediği ırklarına, renklerine göre, seçebildiği dinlerine, cinsel tercihlerine, politik eğilimlerine, düşüncelerine göre yargılamamaktan, onların önce insan olduğunu unutmamaktan bahsediyorum… hep ağızlara pelesenk olmuş o cümledeki gibi “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmanın” tehlikesinden bahsediyorum.

Bunlardan bahsettiğim için kötü biri olarak yaftalanacağımı da çok iyi biliyorum. Bu ülkenin en büyük gerçeklerinden biri bu.

Not: Burger King dükkanlarına bir şey yapmayın. Onlar A.B.D.’nin değil. Bizim Ömer Üründül’ün. Kolektif olun.

4 Mart 2010 Perşembe

98 Gün Kaldı - 2


98 gün kaldı...
Grupları hatırlayalım...

A: Güney Afrika, Meksika, Uruguay, Fransa
B: Arjantin, Nijerya, Güney Kore, Yunanistan
C: İngiltere, ABD, Cezayir, Slovenya
D: Almanya, Avustralya, Sırbistan, Gana
E: Hollanda, Danimarka, Japonya, Kamerun
F: İtalya, Paraguay, Yeni Zelanda, Slovakya
G: Brezilya, Kuzey Kore, Fildişi Sahili, Portekiz
H: İspanya, İsviçre, Honduras, Şili

Euro 2012 kuralarında Ermenistan Azerbaycan çıktığında UEFA salonunda gülüşmeler yaşanmış sonra Azerbaycan hooop diye başka gruba yerleştirilmişti. Gülümsemiştim ekran başında.
1998'de İran A.B.D. maçını hatırlıyorum, stres yaşanmıştı
2006'da Portekiz Angola maçı vardı, çılgın gibi Angola'yı tutmuştuk, 1-0 yenilmekten kurtulamamışlardı yoldaşlar...
Bu tarz bir eşleşme gözükmüyor şimdilik...

Benim beklentilerim var sadece politik veya intikam kokan çekişmelere sahne olması açısından... Önem sırasına göre yazacağım, en önemsizi en üstte.

Fransa-Fildişi Sahili
Futboldan anlamayan annem bile Drogba'yı tanıyor, hadi Essien biraz sonra geliyor tanınma sırasında, ama bir de Abdel Kader Keita faktörü var. Fildişi Sahili'nin grubu zor, Kuzey Kore'nin pek bir varlık göstermesini beklemiyorum ama futbol bu. Grupta önemli olan Brezilya ve Portekiz var. Sambacılar her zamanki gibi favori, Portekiz Ronaldo kontenjanından yararlanıyor ama Côte d'Ivoire (Fildişi Sahili vatandaşları isimlerinin hiç bir dile çevrilmeden böyle kullanılmasını istiyor bu arada) Drogba faktörünü kullanır gibi geliyor. Eğer gruptan çıkarlarsa Fransa ile karşılaşma olasılıkları yarı finallere kadar yok gibi (maç takvimini yanlış yorumlamıyorsam). Fransa'dan bağımsızlığını elde etmiş Côte d'Ivoire'un zayıf saydığım Fransa önünde ne yapacağını çok merak ediyorum.

İngiltere-Yeni Zelanda
A.B.D.'nin Kraliçeye karşı mücadelesini başlatan en önemli isimlerden biri John Adams... Kendisi Yeni Zelandalı bir avukat. Ayrıca A.B.D ikinci başkanı. İngilizler eminim kıl oluyorlardır bu adama. Öte yandan Yeni Zelanda bayrağında hala İngiliz esintileri var. Bakalım...

Almanya ya da Avusturya-Cezayir
Politik bir kökeni yok. Bu iki takım (Almanca konuşanlar) Cezayir'i sırtından bıçaklamışlardı.
Anlatayım.
Tarih 25 Haziran 1982 yer İspanya, Cezayir, Almanya, Avusturya ve Şili aynı grupta.
Cezayir'e şans verilmiyor tabi. Ama İspanyolca bilmeyen Cezayirliler kendilerine şans verilmediğini anlamadıkları için gidip Almanlara bir tane çakıyorlar ve birden iddialı oluyorlar. Ardından Avusturya'ya yeniliyorlar ama Şili'ye 3 atıp 2 yiyorlar... Cezayir-Şili maçının ertesi gün Almanya-Avusturya maçı var. Almanya 2 ya da daha farklı kazanırsa Avusturya eleniyor, Almanya kaybederse zaten Aufvidersehen diyorlar kupaya ve Mallorca'da tatile gidiyorlar. Almanların ve Avusturyalıların el ele gruptan çıkmalarının tek yolu Almanların 1-0 kazanması. Bilin bakalım ne oluyor? 10. dakikada öne geçen Almanlar ve Avusturyalılar o dakikadan sonra ortada sıçan, dokuz aylık, yakan top gibi oyunlar oynamışlardır. Hatta FIFA o maçtan sonra bu tarz önem arz eden maçların aynı saatte oynanmasına karar vermiştir. İsteğim ve arzum Cezayir Almanya maçı olsun, Ballack maç sonunda ataları adına özür dileyip Rafik Saifi'nin formasını istesin. Bunu diliyorum ben.

Meksika-Arjantin
Politik alt yapı: none
Gayet kişisel bir istek, arzu. Bilmeyenler için brief... Ben Türkiye Milli Takımı katılsa dahi eğer varsa her turnuvada Meksika'yı tutarım. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, hatırladığım ilk dünya kupası 86 Mexico. Çok güzeldi. İkinci sebep benim Meksika'ya olan politik bağlantım. Seviyorum bu ülkeyi.
Bu iki Latin Amerika ülkesi 2006 dünya kupasında karşılaştılar. Barcelona'da oynayan Marquez daha 5. dakikada bizim yeşilleri öne geçirmişti, sonra biraz da hakemin yardımıyla Borgetti kendi ağlarına golü atıp Arjantin'e beraberlik hediye etti. uzatmalarda Meksika Arjantin'i eziyordu fakat o zamanlar Atletico Madrid'de şimdilerde ise yanılmıyorsam Liverpool'da oynayan Maxi Rodrigez sahneye çıktı. Ceza sahasının sağ çaprazından inanılmaz bir gol attı. Gol tuttuğum takıma atıldığı için daha fazla güzel demeyeceğim ama güzeldi. Şimdi intikam vakti.

Kuzey Kore-Güney Kore
Bir şey söylemeye gerek var mı? Güney Kore grubundan çıkabilir ama, Kuzey Kore'nin Brezilya, Portekiz ve Côte d'Ivoire'in olduğu gruptan çıkması zor değil imkansız. Belki nükleer başlıklı füzelerle mümkün olabilir ama bunu destekliyor muyuz? Hayır.

Fransa-Cezayir
İşte asıl beklediğim maç bu.
Cezayir A.B.D.'nin sırtına basıp çıkabilir C Grubundan. Fransa'nın işi daha zor. Güney Afrika ev sahibi kontenjanından yararlanacak, Meksika zaten benim takımım çıkar gruptan. Domenech'li Fransa çıkamaz belki ama eğer çıkarlarsa (ki Meksika'ya dokunmasınlar da kimi elerlerse elesinler) ikinci tur değil ama çeyrek finalde maç yapmaları olası. Cezayir yılların intikamını sahaya dökecektir. Ama asıl merak edeceğim nokta şu olur. Maçı büyük ihtimalle stadyumda izleyecek olan Zizu hangi takımı tutar?

Şimdi tahminlerimi de söyleyeyim.

Bu kupa Cebelitarık'ı geçip Avrupa'ya gider... finalin adını bile koyayım... İngiltere-İspanya. Rooney turnuvanın oyuncusu olur. Kupayı da büyük ihtimalle İngilizler alır. İki önceki yazımda İspanya'nın primini söylemiştik. 550.000€ bu sefer giremez bence İspanyolların cebine.

98 Gün Kaldı


98 gün kaldı... Barajı 9,15'e çekelim artık...

Bas Bas Paraları Leyla'ya


Flyingdutchman yazmış, ben de bir kaç kelime ile fikrimi belirtmek isterim o yüzden başlıyorum yazıma...

İspanya futbol federasyonu dünya kupasını kazanmaları halinde oyuncularına 550.000€. İyi para.
Vergisi vardır onun birazcık, ama elinize gene 500.000€'ya yakın bir para geçer.
Tabi mevzu bahis takım İspanya olunca kupa primini açıklamakta bir beis görmüyor İspanya Futbol Federasyonu. Mesela Fildişi Sahilleri ya da Cezayir herhangi bir açıklama yapmadı. Kuzey Kore de öyle... En son Avrupa Şampiyonası'nda kupayı kaldırmış İspanya haliyle bu kupaya da talip. Zaten futbolları da ortalamanın hayli üstünde olduğu için prim şimdiden açıklanıyor.

Peki Türkiye Milli Takımı'nın primi açıklanabilir mi? Elbette. Mesela "Ben kendilerine 100'er milyon avro vereceğim" desem, "Arkadaşım uzak durur musun birazcık gölge ediyorsun" dersiniz değil mi?
Katılma primleri açıklanır bizde genelde...

Bir yaram var Milli takımın Güney Afrika'ya gidememesi konusunda onun için bir kerecik kustum şimdi. Peki asıl konumuza döönersek:
Müthiş bir kahramanlık göstererek, bakın futbol kalitesi demiyorum, süper oyunculuk demiyorum kahramanlık diyorum, EURO 2008'de yarı final oynayan Türkiye Milli takımı ne kadar prim almış. 600.000 TL. Ne kadar ediyor? 288.000 €. Yani şöyle bir matematik hesabı yapalım...

288.000>250.000 --> 288.000-255.000=33.000 €

Yarı final oynayan Türkiye Milli Takımı Kupayı alandan 33.000€ daha fazla para almış. Dün akşam İngiltere-Mısır hazırlık maçını izledim. 3-1 bitti, İngilizler kazandılar. Mısır ilk golü attı. O an düşündüm işte. Turnuvaya katılamıyoruz, İngilizlere golümüz yok, olması için oynamamız lazım ama turnuvalara gidemediğimiz için gol atamıyoruz. Mısır'ın golü var İngiltere'ye. Herhangi bir yerde Mısır karşımıza çıksa atar tutar mangalda kül bırakmayız, "Biz Mısır'ı patlatır da yeriz" falan gibilerinden, ama gidebildiğimiz bir turnuva var mı şu an? yok. Turnuvayı bırak, takımın başında teknik patronu yok. Ama allahtan paraları var, federasyonun parası var, çocuklara para veriyorlar.

Büyük başarı değil mi yarı finale çıkmak. Arkadaşım, size diyorum futbolcular, 98 gün sonra herhangi birinizi sokakta görmeyeyim, yemin ederim para isterim sizden. O lig tv'ye ben de para veriyorum bir sürü ve o paralar size veriliyor. Vallahi mevzu çıkaracağım...

Not: Bu arada bilmeyenler için benim kızın adı Leyla, herhangi bir şekilde birinin Leyla'ya para bastığını görürsem terbiyesizlik yaparım. Para basmak istiyorsanız bana basabilirsiniz.

3 Mart 2010 Çarşamba

Mavi Yolculuk


İstanbul'u bilmeyenler için...
Hemen brief...
İstanbul'da bir yerden bir yere gitmek için vasıtaya binmek durumundasınızdır.
"Oh şöyle boğaz kıyısında yürüyeyim.", "Mutluluk verici bir an yaşıyorum, insanlarla kaynaşmak adına yürüye yürüye Beşiktaş'tan Karaköy'e yürüyeyim." diyemezsiniz. Karbonmonoksit olsun, İstanbul'un sizin kulağınıza sürekli fısıldadığı "Hacıııı! Geç kalıyorsun." hatırlatması olsun sizi taşıta binmeye zorlar.



İstanbul'da hayat toplu taşımayı öğrenmek ve onu kullanmak üzerine kuruludur. İlk etap zorludur...

Kabataş-Zeytinburnu Tramvayı (trm 101)-Ders içeriği:
Tramvay hangisidir, hangi güzergahları kullanır.
Tramvaya binerken neden biletsiz binenler gibi yapmamalıyız.
Tramvayda kitap okumak mı yoksa yazmak mı (Erasmus)

Taksim-4. Levent (mtr104)-Ders içeriği:
Metro aktarması ne demektir.
Metroda çantamızı arayan güvenlik görevlisine Marlboro hediye etmeli miyiz?
Sarı çizginin fetişizmi nereden kaynaklanmaktadır.
Tarihte metro.
Şişhane mi? Şişhane neresi?

Mecidiyeköy (mcd202)-Ders içeriği:
Kalabalığın kökeni (Weber)
Nasreddin Hoca ve dünyanın ortası neresi sorunsalında Akşehir-Mecidiyeköy karşılaştırması.
Mecidiyeköy aynı anda zıplarsa olabilecekler (Jeoloji ile yan dal)

IETT (iet330)-Ders içeriği: Türk edebiyatında İneklik Etme Taksi Tut fenomeni (Recaizade Mahmut Ekrem)
Onaylanmamış rekor denemeleri.
Körüklü otobüslerde moment (fizik ile yan dal)
Nemli havalarda amfibi solunumu yapabilme (Biyoloji ile yan dal)

Tünel (Seçmeli-tnl401)-Ders içeriği:
Dünyada metroların tarihçesi
Tünel'i tünel zanneden insanlara fener hediye etmenin sosyopolitik gelişimdeki rolü
Nostajik tramvaylara asılmak neden tehlikelidir

Kadıköy-Pendik Mavi Dolmuşları (Zorunlu Seminer-kpd405)-Ders içeriği:
Kara taşıtlarında kornanın yeri ve önemi.
Arkadan vermeyenler versin (bozuk para konulu)
Ani hızlanma ve ani duruşların fizyonomiye etkisi
Türk musikisinde gırtlak.

Görüldüğü üzere çok fazla ders ve çok fazla çalışmak demektir İstanbul'da toplu taşımayı öğrenmeye çalışmak. Benim tanıdığım bir kaç insan var ki bu konuda ihtisaslarını tamamlamak üzere azim yapıp Degobah Sistemine gittiler.

İkinci kısım ise adeta cehennemdir. Hiç staj yapmamış bir makine mühendisini fabrikanın talaşlı üretim bölümüne, hiç laboratuvara girmemiş bir fizikçiyi Cern'e göndermeye benzer.
Bu uğurda nice yiğitler, nice edalı, nazende kızlar yok olup gitmiş, nice ailenin ocağı yıkılmıştır.

Üstüne üstlük bu zor ve zahmetli olgu bir de pahalıdır. 1,5 liradan başlayan fiyatlarla hizmete sunulan cehennem kaçıp kurtulmak istediğiniz ama ısrarla para ödeyerek bindiğiniz bir kabustur.

Neyse ki, mimar Kadir Topbaş yönetimindeki İstanbul Büyükşehir Belediyesi maddi soruna bir yöntem bulmuş ve "Mavi Kart" uygulamasını başlatmıştır.

Mavi kart ay başında bir defaya mahsus olmak üzere 100 lira vererek sınırsızca kullanabileceğiniz bir düdüktür.
Mavi Akbil'i almak ise gereğinden fazla yürek ister. Örneğimi kısa keseceğim. Ben bugün Mavi Akbil alabilmek için iki kere seri katil, bir kere psikopat, bir defa intihara meyilli nevrotik, dört kere şizoid oldum... İşe geç kaldım...

Lan!?!

Kartı alamadım...



2 Mart 2010 Salı

Anılar - 5


Biraz önce arkadaşım Burak'ın blogunu (http://cakmagurme.blogspot.com/ deneyin seversiniz)okurken aklıma geldi anlatayım dedim. Zaten Burak'ın blogunu okuduğunuzda anlayacaksınız nasıl aklıma geldiğini, anımız yemekle alakalı.


Hemen kısa bir bilgi verelim. Hatta hazır reklam camiasına tekrar adımımıza atmışken hemen kısa bir "biref" vereyim...


Efendim içki içtikten sonra nereye gidilir? Eğer gecenin hasılatı iyiyse taksiye kıyar eve gidersiniz ki hemencecik yatağa girebilesiniz. Ama hasılat kötü ya da amaç zaten o değildi, güzel içkinizi içtiniz, daha küfelik olmamışsınız yavaş yavaş adımlarla, bir bira daha içmenin arzusunu hafiften bastırarak çorbacıya gidilir.


Briefe devam.

İçki içtikten sonra gidilen çorbacıda içilen mercimek, ezo gelin vs yalandır azizim. Oraya kadar ulaşılabildiyse bünye, bol acılı, sirkeli, sarımsaklı, limonlu güzel sakatat içilir. İşkembe olur, tuzlama olur, kelle olur, paça olur... Bu çorbaları bizim mutfağımıza kazandıranlarında mekanı cennet olur.


Brief bitti.


Mekanımız Antalya, daha sonraki anılarımızda anlatmak üzere anlaşalım, The Bar diye bir mekan vardır Antalya'da... Her gece gitmemize ve çıkarken "Ajan ne kadar iğrenç bir yer burası ya, bir daha adımımı atmam" dememize rağmen ertesi gün hava daha kararmadan soluğu orada alıyoruz. Bir gece içkimi almışım, hasat peşinde koşturuyorum, bir anda Ankara'dan bir arkadaşım olan Mert'i gördüm. Tatile gelmiş. "Vay! Naber, nasılsın?" derken bir anda kendimizi çakır keyif diye tabir edilen o ince çizginin üstünde yürürken bulduk. Geceyi sonlandırmak istemiyoruz ama daha fazla içmemizinde karaciğeri erken bir viraneye dönüştürmekten başka bir işe yaramayacağını düşündüğümüzden "Hafız haydi çorbaya" dedik...


Antalya'yı bilmeyenler için söyleyeyim kendisi yaz aylarında o kadar sıcaktır ki çoğu Antalya'lı cehenneme gitmekten zerre kadar korkmaz bu yüzden de namaz kılmaz. Burada yola çıkarak Tayyip Erdoğan'ın "Gavur" sıfatını yanlış coğrafya için kullandığını söyleyebiliriz. Sıcak havalarda çorba satan iş yerleri kazacıları dışarı çıkarırlar. Yani çorba kazanı ve sizin için çorbayı kaseye koyan adam da size yakın bir yerde, dışarıda bulunur.


Tekrar Brief verelim...

Ben bugüne kadar Antalya'da içtiğim çorbadan daha güzel bir çorba içmedim. Antalya'nın havasından mıdır yoksa suyundan mıdır bilmiyorum ama enfes çorbalara sahip bir şehir Antalya. Bizim Tuncay'a göre olay terbiyede. Hep gittiğimiz bir çorbacı var Paçacı Şemsi, meşhurdur. Antalya'da Demirciler Çarşısı'ndaydı ilk dükkanı, sonra o çarşı yıkılıp yerine alışveriş merkezi inşaatı başladığında hemen çarşının karşısına taşındı. Ben oraya gittiğimde hep Dil-Beyin karışımı ile ödüllendirirdim bünyemi...


Brief bitti.

Koşarak Paçacı Şemsiye gittiğimizde bir de baktık tadilat nedeniyle kapalı. "Hafız ne yapacağız?Oraya gidelim hafız, orası uzak mufız" derken kendimizi Antalya İşkembecisi'nde bulduk. Oranın da güzel çorbaları vardır. Şemsi efendi ile kıyaslanamaz ama iyidir. Oturduk masaya, ben kararsızım. Dil-beyin istesem kendimi Şemsi'ye ihanet etmişim gibi hissedeceğim, işkembe hafif kaçacak kadar klişe, Kokteyl içeyim ama kokteyli de içinde beyin olmazsa pek sevmiyorum...


Adama direkt bir şekilde sordum. "Hocam beyin çorbası var mı?"

Ne demiştik efendim, kazancı bizden uzakta ama dışarıda ve herkesin görebileceği bir yerde değil mi?


Garson kafasını çevirip herkesin, hatta kaldırımlardan geçenlerin bile duyabileceği kadar kuvvetli bir sesle kazancıya seslendi...


"Usta! Beynimiz var mı?"


Sonuç: Gülmekten sandalyeden düşen Borga... Garson benim bu tavrıma bozulmuş olmalı ki, kafasını adisyondan kaldırıp şöyle dedi: "Beyefendi, sesli gülmek yasak yalnız"