28 Ocak 2010 Perşembe

Bu İş Bitti Tamam

fakat devâm ediyor bizimkisi,
sevmek, düşünmek ve anlamakta devam ediyor kafam,
dövüşemeyişimin affetmeyen öfkesi devâm ediyor.
ve sabahtan beri karaciğer sancımakta berdevam.

Ben demedim. Nazım demiş...

Uzayda Hayat Var mı?

Galatasaray Nonda'yı göndermiş, yerine kimi almış? Pasaportunu verseler direk kabul edeceğim bir ülkenin vatandaşı olan Dos Santos, ama sevinmedim. Ortamlarda overrated diye geçiyor, fazlasıyla kıymete bindirilmiş yani. Nonda'ya o kadar övgüler yağdır, zekeri üzerinden tezahürat bile yapsın taraftarın, sonra gönder onu. Volkan beceriksizinin üzerinden attığı golü hala unutamam. Unutacak olan adamı da tanımam. Nonda'ya vefasızlık etmiş işte Galatasaray.


Vefalı biri kaldı mı?

Haiti'de Amerikan askerleri yardım maksatlı adam dövüyor, hıncını çıkartıyorlar Abraham Lincoln'ün yaptıklarının.
İstiklal Caddesi temizlik araçlarının ses taciziyle dolmuş, şarap şişeleri bakkaldan çıkmak için nakit bekler, "Biz sizi arayacağız" ise en çok duyduğum cümlecik şimdilerde.

Sabih Kanadoğlu hala utanmazca konuşuyor TV ekranlarında, Türkcell ne verdiyse Vodafon iki katının biraz eksiğini veriyor, Avea da onların arasında yer edinmeye çalışıyor, Afrika Kupası'nda hakemler Mısır'ı kayırıyorlar...

İlk göz ağrımız Geremi'miz can düşmanımız Ankaragücü'ne transfer olmuş, seneler önceki arkadaşımı Facebook denen zibidi ötesi yerde görüyorum, elini bile sıkamıyorum deyusun, ağlatıyor artık materyallerin eksikliği...

Yazarlık üç nokta kullanımının rekoltesi ile ölçülüyor artık... Ben de, bende...

Douglas Adams öleli seneler oluyor hala İngiltere'ye gidip bir çiçek bırakamamışız evinin önüne, zaten Uptown Park'ta maç izleyememişiz hala, onun burukluğu ile iki katına çıkmış İngiliz hasreti, Guinness ise öbür kıtada satılıyor bir tek, o da nakit bekler şarküteriden çıkmak için. Bahsetmiştik ya, ağlatıyor artık materyal eksikliği...

Motosiklet hala polisin elinde, benim altımda kudurması, kudurtması gerekirken polisin elinde beni kudurtuyor sinirden, zaman ise hala bazen osurup insanı yüceltiyor, bazen de sıçıp yerin dibine batırıyor.

Evo Morales hala direniyor ama vakti azaldı, Chavez kanal kapatıyor, delirdi adam... Obama ise borca aldığı Nobel'in ilk taksidini bile ödemedi, hala Temsilciler Meclisi'nde ekonomi odaklı konuşuyor.

Messi hala en iyi futbolcu sanılıyor, yeni kuşak George Best'i sigara markası zannediyor, gıcık olduğum Federer bir Grand Slam finali daha oynayacak büyük ihtimalle, Williamslar'dan biri ise zaten finalde. Para için tenis oynanıyor. Tiger Woods ise anlamsız kazalar yapıyor, yapıyor da yapıyor...

Rakı şişesi bakkaldan çıkmak için nakit bekliyor, küstü küsecek artık benim evime gelemediği için, 15 yaşındaki Berivan hapse giriyor 8 yıllığına...

Tekel işçileri direniyor ama direnemeyecekler üzgünüm ki, Papa'nın Ağca'ya yazdığı mektubu
okuyoruz, Berivan'ın yazdığı mektubu okuyamıyoruz. GDO serbest, birileri hala bana "Biz sizi arayacağız" diyorlar.

Balyoz planını çıkarmışlar açığa, İlker Paşa sızdıranları bulacağız diyor, Başbakan "Avcunuzu yalarsınız" diyor, Indianapolis New Orleans Super Bowl oynayacaklar ve bu sene de gidemeyeceğiz, New Orleans zaten jazz için bizi bekliyor, ayıp oldu nicedir...

Ağlatıyor materyal eksikliği, bor değil... Siagara nakit bekler bakkalın rehininden kurtulabilmek, benim dudaklarımın arasından akciğerlerime kaydırabilmek için dumanını...

Shine On You Crazy Diamond diyebilecek bir allahın kulu yok piyasada bana... hıncımdan klavyeyi dövüyorum, gittikçe anlamsızlaşıyor, ellerim titriyor, dudaklarım titriyor, çenem titriyor. Canım acıyor, canımı acıtıyor, gözlerim, burnum, tenim, kulaklarım, ağzım dilim her duyum sancıyor. Ayaklarım, kollarım, parmak uçlarım acıyor... Omzum acıyor, ellerim yanıyor.

Ve birileri hala uzayda yaşam izleri arıyor. Heyhat! Dünyada yaşam yok...

Ve ben hala üç nokta kullanmaya devam ediyorum3.

Neyi Ne Sanırdım - 3

Neyi Ne Sanırdım yazı dizimize devam edelim. Devam edelim ki, belki birilerini biraz olsun neşelendirebiliriz ki o zaman ne mutlu bana…

Çocukluğumun bir kısmı Denizli’de geçmişti. Bilmeyenler için küçük bir Denizli turu yapalım: Denizli’nin tozu, kızı ve horozu meşhurdur… yeterli sanırım. Gerçekten özellikle o dönem Denizli’de yapılacak çok şey yok, özellikle benim için yok. Tüm Denizlilileri tenzih ederim, hepsini ayrı tutarım ama şehir gelişmemiş işte… Atarici bile yok, o işi Antalya’da yapıyoruz. Futbol oynayacak adam yok okulda falan. Eski Fenerbahçeli, o zamanlar Denizlispor’da oynayan Bahtiyar Abi vardı, komşumuz ve aile dostumuzdu, oğluna ve bana futbol öğretmeye çalışıyordu ama öğretimi de futbol oynaması gibiydi. Kızınca bize kafa atacak diye korkardım. Dolayısıyla profesyonel futbol yaşantım da başlamadan bitti diyebilirim.

Çamlık diye bir mesire alanı vardır Denizli’de, mangal yapmaya gidilir. Dolmuşa atlayanın gelebildiği bir yer, hava güzelse ve pazarsa dumandan göz gözü görmez. Bizler oraya karlı günlerde giderdik. Sucuk yapardı babam, biz de annemle kardan adam yapardık. Hiç öyle kardan adam eridi üzüldüm travmaları yaşamadım bu da ek bir bilgi olarak amme ile paylaşılsın.

Havanın güzel olduğu zamanlar ise en büyük eğlencemiz Pamukkale’ye gitmekti.

Pamukkale Denizli’nin 14 km uzağında bir turizm cenneti. Çok meşhur şimdi. O zamanlar o kadar meşhur değil. Özellikle yerli turist pek rağbet göstermemiş oraya. Yabancı turistler de yazın hücum ediyor. Biz yazları antalya’da olduğumuz için bahar aylarında Pamukkale’de zaman öldürürdük ailecek.

Dedik ya; o zamanlar pek rağbet görmemiş, yeni yeni kuruluyor turizm cenneti… O yeni kurulan otellerin, motellerin kredi isteklerini de benim babam onaylıyor bankada. Otellerden bir tanesi de (yanlış hatırlamıyorsam Kale Otel’di) babama jest olsun diye üyelik vermiş. Biz de gidip oranın havuzundan faydalanıyoruz.

İşte biz o otele giderken Pamukkale’nin girişinde başlayan beyaz bir şeylerin önünden geçiyoruz. Arabanın arkasında oturan bendeniz sürekli konuştuğum için etrafıma bakma ihtiyacı bile duymazdım çoğu zaman. Baktığım zaman ise sorardım elbette. İşte malum soru yine bir Pamukkale seyahatimiz sırasında soruldu tarafımdan babama…

“Baba, bu beyaz şeyler ne?”

“Kar oğlum”

“Aaa! Dursana oynayalım baba!”

“Oğlum yüzmeye gidiyoruz şimdi sırası mı?

“Ya baba, iki dakika hadi.”

“Oğlum yanımızda eldivenimiz falan yok, üşütürsün hasta olursun, sonra yüzmezsin.”

“O da doğru babacığım. Ama baba, bir dahaki gelişimizde eldivenleri de getirirsek oynarız değil mi?”

“Oynarız oğlum.”

Bu arada babamın yanında oturan annem kıs kıs gülmekte. Buradan sesleniyorum ikisine de…

Sizin gibi ebeveyn olmaz olsun. Masum bir çocuğun bilgi açlığıyla oynamanın ne alemi var? Genç bir dimağı, taze bir zihni yanlış bilgilerle bulandırmaya ne hakkınız var? Sizi mahkemeye versem donunuza kadar alırım aslında ama ailedensiniz…

Neyse efendim, diğer Pamukkale seferlerimizde ben ya eldivenleri unuttum ya da babam “Oğlum şimdi yüzmeye gidiyoruz boş ver kardan adamı, Çamlık’ta yapıyoruz işte kardan adam” diyordu ve beni kandırıyordu.

Peki benim travertenleri kar zannetmem neyime mal oldu biliyor musunuz?

Gazi Mustafa Kemal İlkokulu/Denizli

4. sınıf

Ders: Coğrafya

Konu: Turizm Bölgelerimiz

“Çocuklar bildiğiniz gibi şehrimizin de önemli bir tatil beldesi var. Pamukkale de kısa zamanda dünyanın en önemli tatil merkezlerinden biri olacak ve yurdumuza döviz kazandıracak.”

Bu lafı duyar duymaz şiddetle parmak kaldırıyorum.

“Efendim Borga?” diyor sayın hocam Hacer Şevken…

“Öğretmenim, Pamukkale’de sıcak havalarda bile kar oluyor, dolayısıyla turistler hem karın hem de yüzmenin keyfini çıkarabiliyorlar. Bu durum Pamukkale için çok güzel değil mi?”

Sınıfta bir uğultu başlıyor o an.

“Oğlum ‘kar’ dedi lan travertenlere, salak lan bizim bu Borga” diyor Uğur salağı oradan, Barış şişkosu da destekliyor “Evet lan. Kar zannetmiş lan onları…”

Sonuç: Utanç

Acilen Antalya’ya taşındık. 5. sınıfı Antalya’da okudum ben.

21 Ocak 2010 Perşembe

Haiti

Sene 1971...
Pink Floyd Pompeii performansını sergiliyor. Ben uzun yıllar sonra tanışıyorum elbette bu performansla. İlk defa kanlı canlı, elleri kollar oynarken görüyorum Pink Floyd elemanlarını. Benim gibi senin gibi bir insan olduklarını anlayıp biraz hayal kırıklığına uğruyorum çünkü çoktan tanrı katına oturtmuşum elemanları.

Yönetmen hem Pink Floyd elemanlarından planlar gösteriyor hem de Pompeii'den...
Nasıl yok olmuş Pompeii şehri Roma İmparatorluğu'nun en medeni şehriyken? Vezüv yanardağının faaliyete geçmesiyle.
Peki neden faaliyete geçmiş Vezüv yanardağı? Tanrı ceza vermek istemiş Pompeii sakinlerine, çünkü müthiş bir yoldan çıkma var orada o dönem. Yoldan çıkmak derken eğlence dönemin skalasının üzerinde...

Peki, kendimizden örnek verelim; 17 Ağustos depremi neden oldu? cevap basit; ahlaksız bir grup insan tanrı tarafından cezalandırıldı.



Bugün itibariyle küçücük ada ülkesi olan Haiti'de çıkarılan ceset sayısı 80.000. Ölü sayısının 200.000'in üzerinde olacağı tahmin ediliyor. 7,0 şiddetinde büyük deprem sonrasında 6,1 şiddetinde artçı bir deprem daha olmuş bugün.

Neden? Çünkü tanrı Haitililere bir ceza vermek istedi. Çünkü Haitililer voodoo ile büyü ile uğraşıyor. Baştan çıkmışlar, sapıtmışlar, gökten musibet inivermiş... Nuh Gönültaş aynen böyle yazmış.

Sevgili Nuh Gönültaş... Bilmedikleriniz var, ben size anlatayım. Haiti'deki depremin asıl sebebini bir de benden öğrenin...

Bilmeyeniniz vardır, Sayın Nuh Gönültaş bilmiyor elbette, Haiti Karayip Denizi'nde kölelikle ilk buluşmuş zavallı ülkelerden biridir. Halkı gerek İngilizler, gerek İspanyollar, gerekse Portekizliler tarafından alınıp satılmış, katledilmiş. Tarihsel bakarsak eski değil, Napolyon döneminde o adadaki ırkın beyazlaşması için 18.000 Haitili pala darbeleriyle katledilmiş Fransız askerler tarafından. Karşılığında Fransız Hükümeti 29 dolar ödedi ölü başına. Musibeti eksik olmamış Haiti üzerinden tanrının.

Ama asıl bilinmesi gereken ve bu depremin sebebi ise Haiti'nin dünyadaki en ahlaksız ülke olmasıdır. Ahlaksızlar, çünkü baş kaldırdılar. Dünyada bir ilki gerçekleştirdiler. İngilizler, o köleliği başlatan ve Sanayi Devrimini sattıkları insanlar sayesinde gerçekleştiren İngilizler artık insan satışının yeterli karı getirmediğini anlayıp köleliği yasal olarak kaldırmadan 3 yıl evvel Haiti'de yasaklandı kölelik. Önce Haitililer başkaldırdı köleliğe ve ilk başta onlar çıkardılar bu yasayı. Bunun üzerine Avrupa lanet etmeye başladı Haiti'ye...

Kim bilir belki o lanetlerin bugüne kadar birikmesinin sonucudur bu deprem. Dile kolay 2 asırdır edilen beddualardan bahsediyoruz. 7,0 şiddetinde bir musibet olur elbette.

Sokak Köpekleri

Keşke sokak köpekleri daha iyi bir iş için havlasalar sabaha kadar... Mesela yavrularını vahşi hayvanlardan korumak için.
Çoğu zaman diyoruz ki; "Bizi rahatsız ediyorlar."
Acaba onlar mı bizi rahatsız ediyor, yoksa biz mi onları?

14 Ocak 2010 Perşembe

Naklen Yayın İhalesi


Türkiye Süper Ligi’nin naklen yayın ihalesi sonuçlandı. Uzatmadan rakamları yan yana koyup söyleyeyim fıyatı: 321 milyon $ (yazıyla üç yüz yirmi bir milyon dolar) KDV falan hariç fiyat bu. Eklediğiniz zaman vergisini aldısını 424 milyon $ olacak. Ne parası bu? Futbol parası. Futbol izletmek için bir yayın kuruluşunun futbolun Türkiye’deki sahibine ödediği ücret. Yani Türkiye Futbol Federasyonu’na. Kime izletecek? Bana, sana, ona… Bize… Konu hakkında önümüzdeki hafta boyunca çılgınca tartışmalar yaşanacak, televizyonda oturumlar düzenlenecek, canlı bağlantılar olacak, bununla ilgili komiklikler yapılacak, gazetelerde yazılar yazılacak, köşe yazarları atıp tutacak. Ben başka bir şeyden bahsetmek istiyorum bugün.

Çeşitli travmalardan ötürü rahatsız bir insan olduğum için ihaleyi neredeyse sonuna kadar izledim. Zaten ben bu tarz büyük ihaleleri canlı izlemeyi seven bir insanım. Gerçi en son 4. Levent’teki İETT arazisi ihalesini izlemiştim. Milyonlarca dolar havada uçuştuktan sonra Nazif Zorlu (Zorlu Holding Başkanı) kalkıp Dubai konsorsiyumunun elini sıkmış ve “Hayırlı olsun.” demişti. Örneğin bir rahatsızlık emaremde Meclis Bütçe görüşmelerinden. Bütçe oturumları yapıldığı zamanlarda Meclis TV’yi (TRT 3’ten yayın yapıyor) izliyorum canlı canlı. Paralar akıp gidiyor gözümün önünden, adeta neşeleniyor, adeta o para bana geliyormuş gibi seviniyorum. Bir keresinde katip şöyle dedi: “Afyon Kocatepe Üniversitesi 2000 yılı bütçesi için hazineden 17 trilyon Türk Lirası aktarılması için… Kabul edenler? Kabul edilmiştir.” Bakın dikkat ederseniz “Kabul etmeyenler” diye sormuyor bile. O an mecliste şöyle bir görüntü geliyor gözümün önüne. 4 kişi, bir el arabasını ittirerek başkanlık makamının önüne kadar geliyor. Arabada 17 trilyon lira var. Meclis başkanının önüne geliyorlar, Meclis başkanı elini cebine atıp bir miktar para çıkartıyor, “Kaç lira lazım size?”, “Valla başkanım, Afyon’a gidiş-dönüş 200.000 lira benzin yazsa, biz de dört kişiyiz, mola falan veririz, dört tost, dört ayran 10.000 lira desen, sen bize düz 250.000 lira ver, artarsa üstünü getiririz.” “Al oğlum, dikkatli gidin gelin. Sırada hangi üniversite var katip?” “Antalya Akdeniz Üniversitesi başkanım…”

Bugünkü ihalede de böyle şeyler hissettim. Hemen hemen…
İhale 220 milyon $ ile başladı ve hemen 221 milyon $ dedi Türk Telekom. Sonra arttırma başladı karşılıklı. Uzun uzun yazmayacağım ama şöyleydi kısaca: bir ara Telekom 4 milyon 4 milyon arttırdı, sonra Digitürk 4 milyon, 3 milyon gibi artırımlar yaptı. Arada 50.000 $’lık artırımlar oldu. Sonunda 321 milyon $’a bağlandı iş. Telekom mensupları yanlış saymadıysam 7 kere mola isteyip içeri gittiler. Mehmet Emin Karamehmet ve ekibi hiç gitmedi molaya. Ben orada olsam sürekli küçük hacetim gelir, aynı anda terlerim, aynı anda midem bulanır… habire mola isterim… diye düşünüyordum ki orada olmak geldi bir anda içimden.

Digitürk 225 milyon $ dedi bir ara. Ben karşı masadayım, Telekom yetkilisiyim. “İhaleyi al gel” demişler bana sırtımı yumruklayarak, genel müdürlük binasından çıkıp gitmişim federasyon binasına. Laciler üzerimde… sevgilim falan izliyor belki, çünkü evden çıkarken “İhale var bugün, televizyondan canlı yayınlarlar, izlersin istersen” demişim. Karamehmet’in yanındaki adam “225 milyon $” demiş karşımda…

“300 milyon $” diyorum ve arkama yaslanıyorum… gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıyorum… açtığımda Karamehmet ve adamları kağıtlara bir şeyler yazıyorlar, yanımdaki basın mensupları cep telefonlarından mesajlar düzüyor, diz üstü bilgisayarlarından döşüyorlar haberleri. Diğer yanımdaki masada oturan ihale yöneticisi Lütfi Arıboğan su dolduruyor bardağına, elleri titriyor. Ben hiçbir şey yapmadan etrafımı izliyorum, yanımdaki iş arkadaşımın gözlerine bakıyorum, adamın gözleri “Oğlum ne yaptın sen?” diyor… Ben saçlarımı atıyorum şöyle yana doğru sarışın kadın edasıyla.

Masada duran cep telefonum çalıyor o an. Titreşimde olduğu için “Hııırrrr Hıııırrrr” diye ses çıkararak kendi ekseni etrafında dönmeye başlamış. Bakıyorum ekrana CEO arıyor. Hiç istifimi bozmuyorum, basıyorum “Reddet” tuşuna. Akabinde tekrar dönmeye başlıyor telefon, gene basıyorum “Reddet” tuşuna. Kameralardan birine dönüp göz kırpıyorum “Sen karışma, rahat ol…” gibilerinden.

“300 milyon 500 bin $” diyor Karamehmet’in adamı.
“320 milyon $” diyorum ve tekrar arkama yaslanıyorum ve yine derin bir nefes… salonu izlemiyorum bile artık. Telefonum dönüp duruyor. Artık reddetmiyorum bile, bırakıyorum çalsın. Yanımdaki iş arkadaşım telefonuna sarılıyor, hemen kulağına eğilip, elimle ağzımı gizlemeyi ihmal etmeyip “Bırak o telefonu, yediririm sana “ diyorum. Mantık uçmuş, rasyonalizmin tek bir harfi yok artık benim bulunduğum atmosferde, herif korkup kapatıyor telefonunu. Tekrar telefonum çalıyor, bakıyorum ekrana; Suudi ortaklardan biri. Tekrar kameraya dönüp aynı göz kırpmasını yapıyorum. Arkadaş yalvarıyor, “Borga bir mola alalım lütfen ben korkuyorum” diyor, bakıyorum gözlerine ağlıyor herif.

“320 milyon elli b...” diyor Karamehmet’in yanındaki
“330 milyon” diyorum sözünü keserek… Sigara paketimi çıkartıyorum cebimden, içinden bir tane çıkartıp filtre kısmını masanın üzerine vurmaya başlıyorum, parmaklarımın arasında çeviriyorum sonra. Karamehmet ayağa kalkıyor, elimi sıkıyor, “Hayırlı olsun” diyor.
Ayağa kalkıyorum, salondan çıkmak üzereyken sigaramı yakıyorum, CEO yazan numarayı arıyorum, “Aldık patron” diyorum…

12 Ocak 2010 Salı

Beden Eğitimi

"Futbol oynayacaklar iki adım öne çıksın."
İşte bu cümle Türk sporunun bugün bulunduğu yerde olmasının sebebidir. Çünkü bize böyle düşünmemiz emredildi, bunu yapmamız salık verildi bizlere.

Mahallede futbol oynamaya giderken anneannem "oğlum fazla koşup terleme" derdi. "Ya anneanneciğim, Tanju muyuz biz? Aykut Kocaman mıyız, Saffet Sancaklı mıyız? Koşmadan oyun mu oynanır?" diyemezdik o zamanlar... Neyse mahalle futbolu bahsine sonradan geçeceğim ama tıpkı bu cümle gibi sporumuzun önüne geçmiştir beden eğitimi dersleri.

Bir düşünelim lütfen...
İlkokuldan itibaren yalan bir Beden Eğitimi dersi zorunlu bir biçimde veriliyor küçük dimağlara. Haftada bir ya da iki saatlik süreçte spor ahlakından tutun da, spor tarihi, tekniklerine varana kadar teorik, doğru spor yapmanın yöntemlerinden tutun da belirli bir spor dalı üzerinde uzmanlaşmaya kadar gidilebilecek pratik dersleri verebilecek imkanınız varken beden eğitimi öğretmenlerimiz "Futbol oynayacaklar iki adım öne çıksın" diyorlardı.

Buraya kadar nasıl geliyorduk onu bir görelim isterseniz.
İlköğretim yok o zamanlar, ilkokuldan sonra ortaokula başladık. Hiç fark etmez, her ikisinde de durum aynı olacak. Beden eğitimi dersinin olduğu günler okula poşetle top getirenler, farklı bir poşette eşofmanlarını getirenler, çantaların fermuarları patlayacak gibi olana kadar içine tıkılan eşofman ve spor ayakkabıları taşıyan mini mini bebelerdik bizler...
Öyle bir öğretilmiş ki; beden eğitimi dersleri günün en eğlenceli saati, ilk dersten itibaren heyecanla beden eğitimi dersini beklerdik. Zannedersiniz beden eğitimi dersine Michael Jordan gelecek, bize basketbol öğretecek, sanırsın Hami Mandıralı gelip okulun duvarını delecek, sanırsın Alberto Tomba gelip bize küçük slalomun inceliklerini anlatacak. Yok öyle bir eğitim...
Şöyle başlar beden eğitimi dersleri.

Bir önceki dersin teneffüs zili çalar. Kızlar sınıftan çıkarlar, çıkarken "Sınıfı havalandırın, çok pis kokuyor sonra!" diye bağırmayı ihmal etmezler. Erkekler soyunmaya başlar, bu arada yaşa göre çeşitli muhabbetler açılır. Konu genelde penis, penis boyutu, tüylenme, kıllanma üzerinedir. Sınıftan kurban seçilen bir kızın üzerine de konuşulabilir. Klasik bir soyunma odası gibi "Arkadaşlar savunmaya önem veriyoruz, paslı çıkıyoruz, bam bam bam vuruyoruz." Gibi maça çıkmadan önce yapılan konuşmalar olmaz.

Aşağıya inilir, sıraya geçilir. Beden eğitimi hocası gelir. İşte burada başlar sporun ölümü.
Sağ baştan say... insan sportif faaliyete geçmeden evvel neden sağ baştan sayar ki? Düşünün Phil Jackson'un efsanevi Chicago Bulls dönemlerini, takımı antrenman öncesinde dizmiş sağ baştan saydırıyor. "Scotty, oğlum sesin çıksın sesin... Karı gibi ne o öyle. Sen 12 dediğinde ben duyayım onu. Hadi baştan. Sağ baştan say!"

Evet 80 darbesinin sonrasında büyümüş çocuklarız. Militarizm beynimizin bütün kıvrımlarına işletilmeye çalışılıyor. Önce and içiyoruz sabahları ardından beden derslerinde sağ baştan sayıyoruz. Kimse bana disiplinin bu yöntemle geleceğini anlatmaya çalışmasın, kalbini kırarım o kişinin...

Dedik ya spor ölü doğdu sağ baştan sayma hadisesi ile, ardından hoca o tarihi cümleyi söyler. "Futbol oynayacaklar iki adım öne çıksın!"
Bu cümle sonrası sınıfın belli bir kesimi iki adım öne çıkar. çalımı en güzel atan, o iki adımı "Hani aslında istemiyorum ama neyse gelinde göstereyim size gününüzü" gibilerinden atar. Birkaç laf dalaşı da yaşanır tam o sırada. "Ya hocam bu oynamasın ya, bilmiyor." Ya da "örtmenim yalnız şuna bir şey deyin, çok faullü oynuyor." gibilerinden.

Geride kalanlara, "Yavrum siz ne oynayacaksınız?" diye sorar, cevap genelde "Basketbol"dur, onlara basket topu verir. Kızlar voleybol topu alırlar. Kalanlara "siz serbestsiniz yavrum" der.

Az rastlanmakla birlikte bazı öğretmenlerin futbol topunu yavruların eline vermeden evvel ısınma koşusu yaptığı görülmüştür. Fakat bu genel kuralı bozmaz.

O ısınma koşuları da kızların yeni filizlenmeye başlamış göğüslerine (meme) bakmakla geçer. Erkekler gerçekten ısınma koşusunun hakkını verir yani.

Serbest olanlar serbest serbest dolaşırlar. Futbol maçını izlerler. Kötü oynayan ama futbol maçına dahil olmak isteyen biri hakem olur, kızların bazıları maçı izler, bu yüzden bütün erkekler Gullit olur, Marco van Basten olur, Del Piero olur.

Basket oynayanların zaten basketbol hayatı okulun sadece sacdan yapılmış ve çoktan yamrulmuş potasında başlamadan biter...

Bir de gerçekten sadece voleybolu sevdikleri için ya da ger.ekten kızlarla beraber olmaya çalıştıkları için kızlarla voleybol oynayan birkaç erkek vardır ki; onların hali bonservisinin eline almış ama sakatlığı devam eden futbolcu gibidir. Soyunma odasına dönüldüğünde o zatın cinsel tercihleri soyunma odasının genel konusunu oluşturur.

Ben demiyorum; öğretmenler çıkıp bize bobsletten bahsetsin, ben demiyorum ki "arkadaşlar boccha takımına girmek isteyenler elime mum diksin" desin. O yaşta sporu şu çocuklara sevdirmek için olimpiyatlardan bahsetsin, o ruhun ne kadar güzel olduğunu anlatsın, sporun aslında askeri bir tarihi olduğunu ama ne güzeldir ki silahsız yapıldığı için tercih etmemiz gerekenin o olduğundan bahsetsin. En popüler spor dalı olan futbolun sadece İstanbul'la sınırlı olmadığını, mahalli takımların maçına götürerek öğretsin, stadyumda nasıl davranacağımızı anlatsın, şiddetin değil sporun güzel olduğundan dem vursun. Dünya rekoru kıran atıcımızdan, yüz metreyi 10 saniyenin altına indiren Ben Johnson'un nasıl dopingli çıktığından bahsetsin, biz de doping neymiş onu bir öğrenelim.

Ders biter tekrar sağ baştan sayılır... Ya öğretmenim, kimse o kadar terleyemez, terleyip kütle mi kaybedeceğiz, atmosfere mi karışacağız da ders bitiminde tekrar sağ baştan saydırıyorsun. Zaten ısınmadan futbol oynamışız, bütün kaslar bitmiş, nabız desen binleri zorluyor, sen gelmiş sağ baştan diyorsun...

Bir gün öğretmenimiz futbol oynamayanlara "Çocuklar siz ne oynamak istiyorsunuz?" dedi. Ben de "Öğretmenim su topu oynayabilir miyiz?" dedim... "Topu yok onun." Dediydi.

8 Ocak 2010 Cuma

İkizlere Takke

Her çocuk küçüklüğünde, büyüyünce onu seri katil adayı yapacak, hırsız olmasını sağlayacak, futbol maçına gidip elindeki su şişesini sahaya fırlatmasına sebep olacak çeşitli travmalar yaşamıştır.

Benim bir çok var. Sanırım işlerin böyle olmasına sebep küçüklükte geçirdiğim travmalar. Örneğin Clementine, örneğin Turgut Özal (aslında Semra Hanım biraz daha travmatikti bende), keza Grup Vitamin ve hatta Cenk Koray'ın sunduğu Telekutu. Hatta bir ara Telekutu ve Evet-Hayır yarışması aynı program içindeydi de ben Pazar akşamları hem Erkan Yolaç'ı hem de Cenk Koray'ı rüyamda beni kovalarlarken görürdüm, Bir yandan Cenk Koray "Kutunuzu açayım mı?" diye soruyor, ben ona "Evet!" derken Erkan Yolaç arkasında Mehteran Bölüğü ile zıp zıp zıplıyordu. Bana ödül olarak Malatya'dan bir seyircinin gönderdiği kayısı kurularını yolluyorlar ve ben kan ve ter içinde uyanıyordum. 21 yaşına kadar annemle babamın arasında yattım. En sonunda boşandı yazık bizimkiler. Neyse bu bahisleri sonra işleyebiliriz elbette ama bugün gerçekten beni derinden etkilemiş bir travmadan bahsedeceğiz. İkizlere Takke.

Daha önce bahsi geçmiştir. 87 sezonuna kadar Denizlispor'da oynadım. Yani 4. sınıfa kadar Denizli'de yaşamıştık. Denizli'nin en güzel tarafı Antalya'ya dönmekti benim için, yazları hep Antalya'daydık. Antalya yazları, gündüz deniz ya da futbol, gece vandallıkla geçtiği için bulunmaz bir şeydi benim için. Fakat her yaz tatilinin dönüşünde tekrar Denizli'ye varmak gerçek bir işkenceydi. Bilenler bilir, küçük bir kent Denizli. Apartmanlar birbirine yakın, park bahçe yok, zaten hayli soğuk bir yer. Öyle her istediğin zaman dışarı çıkıp oynayamazsın. Ben de evde kudurmaktan başka bir şey yapmıyorum. Ne zaman dışarı çıkıp bir inşaatın bahçesinde oynamaya gitsem ya tetanos aşısı olmak için ya da yarılan yerlerimize dikiş attırmak için hastanelere koşturuyoruz. Yani anneciğim yazık, beni iki dakika yalnız bırakamaz olmuş. Nereye gitse beni peşine takmak durumunda. İşte bu günlerden birinde annem, ben okuldan eve gelip ayakkabılarımı çıkartmadan "Yürü pazara gidiyoruz" dedi.

Pazar yolu zevkli, kah milletin keline bakıyorum, kah dükkanların vitrinlerine tekme atıyorum derken pazara ulaşıyoruz. Pazar daha da neşeli, yere saçılmış nebatatın üzerine basmalar, bağıran amcaları taklit etmeye çalışmalar, annemin elleri dolu olduğu için alamadığı para üstlerini cebe indirmeler falan derken neşeli bir ortam yaratmışım kendi kendime.

Derken o sahneyle karşılaşıyorum.

Bir adam, ama adam dediğime bakmayın; orta yaşın üzerinde, kel, bıyık sakal birbirine karışmış, sarıdan kahverengiye degradeli dişler ve abartmıyorum benim kadar bir göbek...
Bu tasviri imkansız amca tezgahın üzerine çıkmış, avazı çıktığı kadar bağırıyor; "İkizlere Takke!!" diye. Önce sesle irkilip başımı o yöne çevirmem, ardından önce adamla ardından da o unutamayacağım, bırakın beynimin kıvrımlarını tüm sinapslarıma işlemiş olan görüntüyle karşılaşmam. Çünkü efendim, bu adam kahverengi gömleğinin üzerine 3 tane birbirinden farklı renkte sutyen takmıştı. Krem rengi, beyaz ve siyah renkteki bu sutyenleri ancak şöyle tarif edebilirim...

Turgut Özal serbest piyasa ekonomisini yeni yeni canlandırmaya çalıştığı için ithal mallar daha ülkemize girmek üzereydi o zamanlar. Bizim ithalat ve ihracatçılarımız ilk teşvik kredilerini hayali ihracatlar ve ithalatlarla harcayıp boş konteynırlar getirip götürdükleri için henüz Victoria Secret koleksiyonu çarşı pazarlarımızda yer etmemişti. Öyle değil mi efendim? Önce dışarıdan mal gelir, sonra Mahmutpaşa ve Nuruosmaniye civarında onların taklitleri yapılır ve pazara düşer. Düşünün artık o sutyenlerin Denizli'ye varmasına ne kadar daha var. Yani uzun lafın kısası sutyenler bildiğiniz büyükanne modeli. Yani işi birazcık erotik şova dönüştürüp, yeni başlayan erkekliğimizi bizimle tanıştıracak hiç bir olgu yok ortada.

Annem de o yöne doğru seyirtmez mi? Seyirtir. Konu iç giyim olunca bir kadını mekandan uzaklaştırmanın tek yöntemi bugünkü kreasyonlar arasında o sutyenleri ortaya çıkarmak.

Annemle birlikte sutyen tezgahının başında durduk,yaşlı ve orta yaşlı kadınların arasında annemi bekliyorum ben. Sutyenler havalarda uçuşuyor. Bir kadın elindekini beğenmiyor, atıyor onu bir yenisini arıyor o sutyen mezarlığının içinde, biri elindeki beyaz dantelli şeyi sallayıp "Bunun 85-C'si var mı?" diye soruyor, bir diğeri annemin aldığı sutyeni çok beğenmiş olmalı ki, bir yandan onu almaya çalışıp öte yandan anneme "Komşu bunu nereden aldın, bak bu pek güzelmiş" diyor ve gerçekten kavga eden, bir yandan da sutyenleri birbirlerine doğru fırlatan kadınlar bir arbede oluşturuyor. Tekrarlıyorum, ortamda erotizmin herhangi bir düzeyi varsa şu klavyenin başından kalkmak nasip olmasın... (bu durumu benden başka yaşamış olanlar varsa cinsel problemlerimizi de karşılaştıralım, hemen hemen aynı çıkmazsa adımı değiştiririm)

Bir yandan havada uçuşan sutyenleri incelerken diğer yandan gözüm sürekli üst üste sutyen takmış olan amcaya takılıyor. Adam mütemadiyen "İkizlere takke" diye bağırıyor. Ben bir yandan "İkizler ne? Takke kafaya takılmaz mı? Ben neredeyim? Ekzotermik reaksiyon hangisiydi?" diye düşünürken bir yandan da adamı izliyorum ve o görüntü benim beynimde öyle bir yer ediyor ki...

Öyle bir yer ediyor ki; ben akşam yemek yerken yemeğimi bitirip masadan kalkıyorum. Annemin aldığı ve henüz dağıtmadığı pazar poşetleri arasından sutyenleri buluyorum ve gömleğimin üzerine takıp mutfağa doğru koşuyorum. Babam bana bakıyor, kafasını ellerinin arasına alıyor, bir müddet "of"luyor, daha sonra buzdolabına gidip kendine esaslı bir rakı hazırlıyor, bitmemiş fasulyesini ittirip yerine bir parça peynir koyuyor ve anneme "Emsal bu çocuğu nereye götürüyorsun Allah aşkına, bu çocuk homoseksüel olacak yemin ediyorum sana!" diyor ve bardağın yarısını içiyor anında...

7 Ocak 2010 Perşembe

Sufi ve Ali Desidero

Dün akşam babalık beyzadeyle tartışıyorduk; türk müziğine bir darbe yapmış, bir yenilik getirmiş, bir açılım yapmış, biraz başkaldırmış, biraz eleştirmiş şarkılar nelerdir diye... Sürüsüne bereket sayabiliriz ama bir ara aklıma bir şarkı geldi ki, babalığa söylediğimde "evet" demekten başka çaresi kalmadı. Hemen arşivden buldu çıkardı, ben pek sevmem ama kendisi MFÖ'nün bütün şarkılarını dinlemeyi bırakın çalıyor bile, açtık Ali Desidero'yu...
Şahane albümdür aslında "Geldiler" 1990 yılında Türkiye'de ve dünyada yapılan müziğe baktığımızda Geldiler bunun çok çok ilerisindedir. Ben o zamanlar ezberleme solcusu olmuşum çoktan, Grup Yorum dinliyoruz, sokakta yürürken ıslıkla marşlar çalıyoruz, devrime beş dakika falan kalmış, hop "Geldiler" albümü çıkıyor. Annem sayesinde evde bir kaç kere dinlemeye nail oluyorum.

MFÖ'yü zaten iki sene öncesinden tanıyorum, Eurovision'da ülkeyi temsil etmişler. Biraz müzik kulağı olan herkes "Sufi" adlı şarkıya twelve pointi verir aslında ama Eurovision o kadar güzel bir yarışma ki Sufi 15. olmuştu. Çok net hatırlıyorum Celine Dion birinci olmuştu da, "Bu kim ya böyle at suratlı kadın" demişti babam. Baba o kadın sonradan Titanik'i batırdı.
Neyse şimdi olsa dinler misiniz Sufi'yi? Ben hiç kaçırmam. Özkan Uğur'un müzik denen sanatı ne kadar iyi icra edebildiğinin bir kanıtıydı. Hani 22 sene evvel Eurovision'da çalınan hangi şarkı şimdi dinlenmektedir. Geçen senekini hatırlamaz insanlar, bırakın 22 sene öncesini.

Neyse; "Geldiler" işte böyle oluşmuş bir alt yapıyla geldi bizim eve. İlk dinlediğimde sevdim. Şarkıların anlamlı olması ise daha çok sevindirdi beni. Sözler dikkatli dinlediğimde, Grup Yorum'dan daha fazla eleştiri taşıyordu benim için... Ama albümde bir şarkı vardı ki gençliğimi yaşayamamamın sebebi olmuştur.

Aslında gayet erkeksi olan Ali Desidero bir anlamda bugünkü Cihangir'in 20 yıl önce eleştirisiydi.
20 yıl önce de enteller vardı elbette ama acaba televizyondan uzak olduğumuz için mi omurgalıydık? "Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuyordu insanlar"... Ben hariç. Ben ezber solcuydum...

Neyse efendim, erkeksi demiştik şarkıya, sözleri aşağıda yazdım. Kadını biraz aşşağılayan bir şarkıdır aslında Ali Desidero, fakat değiştirin adını, Aliye Desidero yapın, kahvenin değil de pencerenin önünden, omzunda deri çantasıylageçmekte olan top sakallı, hafif uzun saçlı ve dirseklerinde deri yama olan kadife ceket giymiş bir adam koyun şarkıya aynen erkek aşağılanıyor olur. Mazhar beyzademiz erkek olduğundan böyle olmuştur fakat eleştirel kurama biraz göz gezdirerek şarkının anlamlarını biraz açmaya çalışayım.



Sevgili Ali Desidero kahve köşelerinde vakit öldüren bir genç arkadaşımız. Yani Türkiye'nin halen büyük bir yüzdesini oluşturan dilimde. Genç bir kızımıza abayı yakıyor Ali, yaklaşmak, konuşmak gerek fakat Ali'nin çaldığı saz ile kızın sazlarının akordu birbirini tutmuyor. Neden? Çünkü kız biraz entel... "Venüs mü desem Afrodit mi?"kısmında zaten başlıyor "entel"in eleştirisi.

Şarkının bundan sonrası ironi dolu, feminizm gibi determinist hatta tamamen mantığa dayalı bir düşünce sistemine inanan kızımız aynı zamanda metafiziğe de inanmakta.
Bazen hümanist olan beyin, bazen rasyonalist çalışabiliyor. Zaten tam burada yepyeni bir felsefe kuramı ortaya çıkıyor. "İdiotloji"...

Kızımız idiot...

İdiot kızımız Ali'yle bir anlık yakınlaşma sonunda, bir sınav yapmaya karar veriyor Ali'mize.
O kendisinin de sadece duyduğu realizmin düşünürü Machiavelli ve aydınlanmanın amcası sayılan Martin Luther'in Ali'nin dimağında yer alıp almadığını soruyor. İşte Ali bizim tarafın golünü tam bu sırada atıyor. "'Şampiyon biziz' diyor Ali 'attığımız gollerden belli'"...

Ayrıca kızın "Felsefeyi sever misiniz?" sorusuna Ali'nin verdiği "Biz hep dönerciyiz" cevabı Ali'nin elinin öpülmesi için eser şarttır.

Bunu okuyan feslefe öğrencilerini tenzih ederim ama felsefe öğrencilerinin geneli bu tipolojiye yakındır işte. En azından ben katıldığım kongrelerde bunu hisettim...
Zamanında Akdeniz Üniversitesi'nde Hasan Aslan diye bir felsefe hocası vardı. Çok çeşitli sohbetlerimiz olmuştur, kendisi bilim felsefesi alanında bence Türkiye'nin en değerli hocalarından biridir. Lafını sakınmadan konuşan, direk eleştirisini yapan bir zat-ı muhteremdir. Bir sohbette "Felsefe öğrencisi birinci sınıfta felsefeci olur, ikinci sınıfta doktorasını verir, üçüncü sınıfta doçenttir, dördüncü sınıfta profesör olmuştur çoktan. Mezun olduğunda da bir b.k olmadığını anlar" demişti.

İdiot kızımız işte bu mahsülün ürünü. Ama dünyalar ayrı olmasına rağmen tutup Ali'mizin elinden tutup götürmesi ve bu etkileşimi "Şeytan Tüyü" ibaresi ile açıklaması da bizi sadece gülümsetebilir.

Daha fazla dağıtmadan; Ali Desidero müzik tarihimizin belki hiç dokunmadığı, hiç dokunulamayan bir yarasına parmak basmış, entelliği eleştirmiş, bizi düşündürmüş ve bir çığır açmış güzide şarkılarımızdan biridir. Ne biridir? Tektir tek... Gülümsemeyen varsa bu şarkıyı dinlerken beri gelsin... Tüm içtenliğimle diyebilirim ki; Toprağı bol olsun, rahmetli Adorno Ali Desidero'yu dinleseydi, Mazhar'ın karşısına geçip, "Usta büyüksün ver elini öpeyim" derdi.




arkadaşları ali derler ali oturur bizim kahvede
yakmış abayı bir dilbere nefaset bişey fidan boylu
bizim ali pişpirik oynar mfö dinler maç seyreder
dedim ki abayı yakmış kıza bundan haberi yok kızın ama
aliiii ali desidero

kız cok güzel latif şirin hem kitap kurdu hem bir ahu
Venüs mü desem Afrodit mi eli yüzü düzgün bir içim su
elbette ki feminist bir kız metafiziğe de inanmakta
bir kusuru var yalnız kızın biraz entel takılmakta
optimist hem de pesimist biraz idealizmi de savunmakta
ali desidero aliii ali desidero

teoride desen zehir gibi pratik dersen sallamakta
bazen ben hümanistim diyor bazen rasyonalist oluyor
değişik bir psikoloji bir felsefe idiotloji---idiot idiot idiotloji

bizim ali kahveden aynen kız oradan gelip gecirken
gözüne kestirip kafasına takıyor
bu benim diyor dokunanı yakarım
ne yapmalı ne etmeli bir oyunbazlık bir şeytanlık
kıza dalavere mi çevirmeli

bu beraberlik nasıl olacak
ikisi de ayrı telden çalıyor
centilmence mi yaklaşmalı

familyasıyla mı tanışmalı

bir bilene mi danışmalı
bu kız sanki bir buzdolabı
aliii ali desidero

ali kahvede oturup duruyor kızın geçmesini bekliyor
hatun kişi görününce köşeden mfö başlıyor aynen kasetten
alii ali desidero
matmazel mfö yü duyar duymaz bir an kendinden geçiyor
ha bayıldı bayılacak derken ali kızın elinden tutuyor
ali kız bir klark çekiyor kahvedekiler "ınının" diyor
ınının ınının ınının ınınının ınının ınınııınııın
aliii ali desidero

kız pardon diyor başım döndü mfö yakar gönlümü
rica ederim gelebilir her genç kızın başına yardım edeyim size istersiniz
evinize götüreyim icabında
"ay nasıl olur" "ben sizi hiç tanımıyorum ama
hem konu komşu ne der sonra merci giderim tek başıma hahah"
"olur mu ne önemi var" diyor oğlan
"yürüyelim işte ne çıkar bundan
hem sizinle de tanışmışız oluruz
hem konuşuruz şurdan burdan"

"ne kibar çocuk" diyor kız içinden "hem samimi hem vefalı yani
bir imtihan çekeyim şuna diyor serseri mi yoksa bir dahi mi"
"diyor felsefeyi sever misiniz" ali diyor "biz hep dönerciyiz"
"luther" diyor kız ,"machiavelli"
"şampiyon biziz "diyor ali "attığımız gollerden belli".
aliii ali desidero

kız anlıyor ki dünyalar ayrı Ali'ye kibarca bir "bye bye"
ali diyor "hay hayyy"
gözü parlıyor aniden kızın,"şeytan tüyü var bu hınzırın"
ali anlıyor ki doğru yolda "hazırım" diyor buluşmaya
kız diyor ki "bu işler narin bugün olmaz ali belki yarıııınn"...
ali desidero aliiii ali desidero.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Neyi Ne Sanırdım-2

Daha önce SIZINFI bahsini incelemiştik, sanrılarım vardı benim... Hala var elbette, onları başka başlıkta inceleriz elbette ama burada çocukken zannettiğim, daha doğrusu yanlış zannettiğim şeyleri konuşuyoruz ya...

Baba beyimin memuriyeti yüzünden kah oraya kah buraya kahtalıyız bir zamanlar... Denizli'de oturuyoruz ilkokul dönemleri. Anne Hanım sıkılıyor Denizli denen denizsiz şehirden, malum Denizli'nin sadece tozu, kızı ve horozu meşhur, yazları benim karnemi almamla beraber koşuyoruz Antalya'ya dedemlerin yanına.
Ben karne harçlığımı aldığım gün bitiriyorum, başka şehirden (mevzu bahis şehir Denizli aslında Frankfurt ya da Rejkavik değil) gelmenin ağırlığını diğer mahle çocukları arasında kullanıyorum falan. Gecenin kör vakitlerine kadar dışarıda dolaşıp, milletin zillerine basıp kaçmalar, torpil atıp mahalleyi rahatsız etmeler, bilimum vandalca davranışlar falan en sonunda dedemin "Eve gel len keraaanacı" sesleri eşliğinde kuyruğu kıstırıp eve dönmeler ve pis bir şekilde yatağa girip horuldamalar... Hayatım böyle geçiyor ve öyle mesudum ki...

Gene gecenin bir körü eve gelmişim (şimdi o kadar geç kalsak neredeydin diye soracak bir sürü kişi olur), yatağa sirayet etmişim bir şekilde kapı çaldı. Hemen fırladım açtım kapıyı, dayım beyzade... Çok severdim dayımı... O gelince bir sevindirik oldum ki sormayın. Atladım sırtına, beni çeviriyor havalarda, türlü oyunlar yapıyor bana, küfür öğretiyor falan, eğleniyoruz bir şekilde... Dedem seslendi yattığı yataktan; "Gelsene len buraya dürzü" diye... Bilmeyenler için not: Anne tarafım Burdurlu... ve dedem Burdur şivesini layığıyla kullananlardandır hala...

Dedemle ben aynı odada kalıyoruz. Yataklarımız somya tabir edilen ve gündüzleri üzerlerine oturulan ama geceleri gayet yatak olan şeylerden, karşılıklı yatıyoruz somyalarımızda. Dayım dedemin yatağına doğru seyirtince çok seviniyorum, "Muhabbet benim yatağın civarında dönecek."

Dayım gidiyor, yatağından hafif doğrulmuş dedemin elini öpüyor, odada bulunan üçüncü somyaya oturuveriyor. dedem beline kadar doğrulmuş, ben de yatağa oturmuş, ikisine de hakim bir vaziyette muhabbeti dinliyorum.

"Anlat bizim oğlan ne gördün oralarda?" diyor dedem.
Dayım o zamanlar Ankara'da öğrenci, ve halk oyunları ile ilgileniyor. Yaptığı işte iyi olduğundan galiba, bir o memlekete, bir bu memlekete habire dolaşıyorlar ve halk oyunu festivallerine katılıyorlar. Yine o festival turnelerinden birinden gelmiş, neredeyse bütün Avrupa'yı dolaşmışlar.

"Babacığım işte gittik geldik, değişik tabi oralar. Ben Fransa'ya ilk defa gittim, orası pek bir güzelmiş, hele Paris gerçekten çok güzel, kızlar falan almış başını yürümüş" diye anlatıyor, dedem de kızları falan duydukça gevrek gevrek gülüyor, ben de nasıl keyifleniyorum, nasıl güzel ortam benim için tahayyül bile edemezsiniz siz sayın Atinalılar...

"Eeee!" diyor dedem, "Alamanya falan oralaada fazlaca durdunuz mu yoğsa hemen geceleri falan yol mu yaptınız?" diye de soruyor, o sordukça ben mest oluyorum muhabbet uzayacak ben de biraz daha dinleyeceğim diye...

"Yok be baba kaldık hep misafir ettiler bizi, çok iyi insanlar" diye anlatıyor... Dedem, "Öyledir oğlum öyledir tabi" diyor, ben korkuyorum muhabbet bitecek diye, Yalnız baba" diyor dayım tekrar şevkleniyorum ben, ekliyor "Bu taraf, Bulgaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Romanya falan bize çok benziyor ama oraları geçince çok değişiyor her şey"

Dedem "Eeee oğlum!" diyor ve ekliyor, "Tahrat musluğunun bittiği yerde Avrupa başlar" diyor ardından "Hadin gari yatın artık ben sabah namaza gitcem" diyor ve elini her zamanki gibi başının altına koyup yatıyor. Artık görebildiğim tek şey dedemin kasketi...

Dayım hemen sessizleşip "Borga ben içeride yatacağım sabaha konuşuruz" diyor ve gidiyor. Ben gece lambasının ışığında kafamda bir adet ama kocaman bir soru işareti ile kalakalıyorum odada...

"Tahrat Musluğu ne lan?"

Yattığım yerde düşünmeye başlıyorum... "Tahrat musluğunun bittiği yerde Avrupa başlar..." Avrupa... Avrupa...
Demek ki bu bir sınır...
İlkokula gidiyoruz demiştik o zamanlar. Her sınıfta bir Türkiye haritası var, sınırlarını ve komşularını da gösteriyor: Biliyorum Yunanistan, Bulgaristan falan bizim Avrupa'daki sınır komşularımız. İyi ama Bulgaristan falan bize benzerken, neden Tahrat Musluğunun başladığı yerde asıl Avrupa başlıyor. Dedemden daha mı iyi bileceğim ben be! O oralarda başlar diyorsa oralarda başlar Avrupa. Mütemadiyen tenefüse kadar "zil ne zaman çalacak acaba" diye düşündüğümden o aralar orayı kaçırmış olabilirim. Tahrat Musluğu ne?

İşte o an aklıma geliyor benim en güzel düşüncelerim... Hacer Şevken hocam geliyor aklıma, gece olmuş o dedemle benim yattığım odaya sızmış ve kocaman kafasını sallayarak anlatıyor bana sınırlarımızı. "Meriç nehri doğal bir sınır." diyor "Yunanistanla aramızda." Her şey aydınlanıyor. Teşekkür ediyorum Hacer hocama ta Denizli'lerden buraya kadar gelip gece gece bana ders verdiği için ve yatıyorum yatağıma güzelce... Tahrat Musluğunun ne olduğunu artık biliyorum...

Dönem Ödevi
İsim: Borga Engin
Numara: 642
Sınıf: 4-B
Ders: Tarih
Konu: Tahrat Musluğu

Tahrat Musluğu 1718 yılında imzalanan Pasarofça Anlaşması sonrası Venedikli Tüccarlara bir iyi niyet hediyesi niteliğinde, Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Mehmed tarafından yapılan, uzunluğu 300 metre olan ve üzerinde 600 adet küçük, 10 adet büyük musluk bulunduran mimari eserdir.

Eserin tamamının taştan yapılması ve o dönemde ilk defa pirinç boru kullanılarak tesisatının tamamlanmasının yanı sıra en büyük özelliği Romanya'nın Avrupa ile adeta bir doğal sınırını oluşturmasıdır.

İyi ki sanat tarihine az buçuk merakım vardı da üniversiteyi bitirdikten sonra bir sanat tarihi kitabı alıp şöyle bir göz gezdirmiştim ve avrupada bir tahrat musluğu aramıştım. Yok tabi öyle bir musluk... sonradan taharet musluğunun ne olduğunu öğrendim...


Oh Canıma Değsin!

"Allahınızdan bulun!", "Oh canıma değsin!", "Bana gelen sana gelsin!", "Beter ol!" ve daha niceleri...

Bu ünlemlerin, deyimlerin, cümleciklerin dilimiz dışındaki dillerde karşılığı var mıdır? Vardır elbette, ama bizim kadar kullananı var mıdır? Bilmiyorum...

Zaten işsizliğin verdiği hezeyanla depresyon denen melun canavar ile kolkola yürür olmuşum. Çok yakındır; yirmi saniyede bir korna çalan minibüslere Suadiye parası uzatıp, Erenköy'de inmem ve Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne kaydımı yaptırmam... Çok yakındır eczaneye girip, "İyi günler, acaba benim için neleriniz var?" diye sormam...

Beni tutan bir kaç kişi ve bir kaç şey var şu durumumda... İşsizlik hakikaten zor bir işmiş. Bu ironi dolu cümleden sonra bu yazının konusunun işsizlik olmadığını söyleyeyim ve rahatlayın hepiniz.

Sevgili Romalılar... Beni biraz olsun sevindiren, beynimde biraz daha serotonin salgılanmasına yardımcı olan, placebo etkisi de olabilir, madde sigara...
Kötü huyum yoktur fazla; hani derler ya, "kumarı yok, ara sıra içki içer, karıda kızda gözü yoktur bizim oğlanın" öyle kıtıpiyöz bir tipim aslında... Tamam içki kısmında o ara ve sıraların aralarındaki sıkı fıkılık iyice artmış şekilde gözlemlenebilir tarafımda fakat kumarı hakikaten oynamam, karıda kızda da nedense gözüm yoktur. Özüne bakarsanız, övünmek gibi olmasın iyice biriyimdir ha! Öyle mahalle aralarında milleti bıçaklamadığım gibi, sicilimde kafasını keserek gitar çantasına koyduğum biri de yoktur. Kalpazanlık deseniz, onu uzun zaman önce deneyip bıraktım. Çok sevdiğim büyükbabamın resmini 100 liranın üzerine basında anında anladılar, öyle salıverdiler beni arkamdan gülerek. Uyuşturucu deseniz, zerre haz etmem, haz edeni de bir an evvel kıyımdan yöremden uzaklaştırmak isterim.
Ara sıra küfrederim... Bir de siyasete bulaşmışlığım vardır zamanında, hala daha ucundan uğraşırım... Ha bir de yalan söylemem...

Yani en kötü huyum sigaramdır, dal dal içerim sigaramı. Gözüm dolar, ciğerim boşalır yine içerim...

Biraz önce bakkala uğradım, sigaraya zam gelmiş...

Bakkalda konuşuyor birileri kendi aralarında, ben de alelade bir müşteriyim o sırada orada. "Vay vicdansızlar, hem de 1,2 lira mı zam yapmışlar?" dedim. Gençlerden biri "Sorma abi ya, hakikaten vicdansızlar!" dedi. "Hakikaten öyle ama, bu kadar da olmaz" dedim. Muhabbet koyulaşacak, çıkış cümlesi bulamayacağım diye de korkuyorum bir yandan ama ne diyeyim şimdi, bu zalimlik, bu gaddarlık, bu vandallık karşısında suskun mu durayım. Halkın arasından bir devrim mücadelesi bile başlatabilirim, kendimde bu gücü görüyorum konu sigara olduğunda. O esnada gene bakkalda varolan ve on saniye önce benimle diyaloğa girmiş çocuğun kız arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim bayan arkadaş (bayan arkadaş nedir ya?) hem bana hem mevzu bahis çocuğa dönerek "Oh canıma değsin!" dedi...

Hani biraz önce kötü yanlarımı sayıyordum ya sevgili Galyalılar... Benim içimde şiddetten eser yoktur. Ben kelebek adamıyım, ben ağaç dikeyim, çiçek ekeyim, bana vurulan yumruğa öbür yanağımı çevireyim... ama ne bileyim işsizlik baskısının verdiği bir asabiyet midir, soğukta kafama taktığım bereden dolayı beynim mi süblimleşmiş bilemiyorum şu günlerde... O kızı verseler elime yerle yeksan edeceğim.

Allahtan imdadıma erkek arkadaşı olduğunu düşündüğüm çocuk yetişti: "Ne diyorsun sen kızım ya, para bizim paramız, sana ne oluyor?" dedi...

Tarz yanlış, gidiş yolu zaten yanlış; bir sınav kağıdında olsa not alamaz çocukcağız ama orada biraz olsun beni rahatlattı ufak bir SSRI etkisi oldu.

Çıktım bakkaldan bu sigarayı ne kadar daha kullanmam gerektiğini hesaplıyorum, bir yandan da milletimizi düşünüyorum...

Sigaraya ve içkiye gelen zamlardan sonra "Beter olun" diye beddua eden siz sayın Californialılar... Metrobüse zam geldiğinde hepimiz ayaklanalım, köprülere zam geldiğinde hepimiz hükümete küfredelim, çaya, suya, şekere, una, ekmeğe, köseleye, pinpon topuna zam geldiğinde ışıklarımızı hep beraber açıp kapayalım ama sigara ve alkole zam geldiğinde biz "Beter olalım"

Olmayacağım... azıcık paramı sigaraya içkiye yatıracağım, bu arada iş bulursam, ağırlığımca içmeye, kanser olana kadar sigara içmeye devam edeceğim, desteklediğim sigara yasağını delmek için elimden geleni yapacağım, gerekirse ceza ödeyeceğim. Önüme gelene şarabımdan sunacağım, alkolle tanışmamış bünyeleri zehirleyeceğim, bu da buradan duyurum olsun... Nesiniz siz? Sınav mısınız?

Şimdi bir kadeh şarabımı açtım (zamlı) bir de sigara yaktım (zamlı) sorf zamlı olduğu çin daha tatlı sarhoş ediyor. Her gün içeceğim: Sizden daha kısa sürede kurtulmak için, daha kısa sürede sizi unutmak için, coşmak için...

Aklıma Ömer Hayyam geliyor
Şarap ne zaman coşturur içenleri?
Pazar, pazartesi, salı, çarşamba, perşembe...
Bir de cuma, cumartesi günleri...

Mp3 İndirenler İzlensin!

Başlıktaki güzide aforizma biricik özgürlük mücahiti Bono'ya ait.
Tepki toplayan yazısında Bono şöyle demiş:

“Bant genişliğindeki teknolojik gelişme, pek yakında “24” dizisinin tüm bir sezonunu sadece 24 saniyede indirmemize olanak verecek. Müzik sanayiinin son 10 yılına baktığımızda, dosya paylaşımının incittiği tek kesim yaratıcılar... Kazanan ise müzik sanayiinin zararını kar hanesine yazan servis sağlayıcılardır.”

Geri döneceğim Bono, ama nasıl devam ettiğini de anlatalım, argümana davet ediyorum siz sayın okuyucuları:

“ABD’nin çocuk pornosu trafiğini izleyerek bunu durdurmada çok başarılı sonuçlar aldığını biliyoruz. Çin de çevrimiçi muhalefeti engellemek için aynı yöntemleri alçakça kullanıyor. Bunlar internetteki içeriğin teknolojik olarak takip edilebildiğinin kanıtı.”

Bono kendin ve dostlarını bir yaratıcı olarak göstererek (tamam buraya kesin bir itirazım yok) zedelendiğinden bahsediyor. İnsanların eşitliği için G8 zirvelerinde konuşan Bono'nun "zedelenme" dediği ise parasal kayıp.


Sevgili Bono (açık mektup)
Her ne kadar beğenmesek, her ne kadar sevmesek de (ki sevenimiz vardır) porno sektörü de bir yaratım işidir ve bunu da sanat olarak gören insanlar vardır, kastettiğin elbette ki bu değil biliyorum ama kendi yaratımında sadece parasal zararının karşılanabilmesi için bir porno kıyası yapman abesle iştigal olmuş birincisi bunu bil.

İkincisi, her koşulda internetin izlenmesini sağlamak için çocuk pornolarını tartışmada ön plana sunmak artık çocuk pornolarının sitelerinin adresini vermek kadar hedef gösterir niteliğe büründü. Çocuk pornoları yapan ya da yayanların reklama ihtiyacı olsaymış sen ve senin gibiler bunu iyi başaracakmışsınız.

Parasal zararınıza gelince. 6 Eylül'de düzenleyeceğiniz İstanbul konserinin biletlerini bir yıl önceden satışa çıkardınız lan!
Tamam Türk halkı olarak sana söz verelim, anamız üzerine yemin edelim "Bir daha mp3 indirmeyeceğiz Bono abi" diyelim; konseri Taksim Meydanı'nda beleşe yapar mısın?
Biz Türk halkı olarak mert yürekliyizdir Bono'cuğum. Ama sen öyle değilmişsin, bütün İrlandalıları tenzih ederim...

Bir Southpark bölümünde vardı; Cartman, Eric falan dalmışlar Napster'a falan deli gibi mp3 ve film indiriyorlar. FBI bunları yakalıyor, bir ajan "Bakın sizin indirdiğiniz Mp3 yüzünden neler oluyor" diye sanatçıların evlerini dolaştırıyor.
"Bakın sizin yüzünüzden Britney Spears uçağını altın kaplatacaktı yarım kaldı, Lars Ulrich kapalı okyanus yaptıracaktı, açık kaldı..." gibi ironi yapıyordu.

Ah benim sevgili can dostum, özgürlük mücahiti, teraslarda klip çekeceğim diye polisle kavga eden Bono'cuğum (teras klibi The Beatles'ten araktır)
Ah benim We are the World tadında takılıp tüm insanlığı barışa, eşitliğe yönlendirmeye çalışan Bono'cuk, her insan sevgilisine One şarkısını söyler, With or Without you neredeyse rock gençliğinin ulusal marşı olmuştur. En sevdiğim klip bile olmuştur benim Window In The Sky ama bunu yapmayacaktın arkadaşım, bunu yapmayacaktın benim özgürlük mücahitim.

Bir de Çin'in muhalefeti engellemek için yaptığı engellemeleri öne sürmüşsün ya örnek olarak... "Alçakça" sıfatını kullanıyorsun baştan günahlarını affettirmek için ama yemezler Bono... Kuzey Kore örneği verseydin ya; orada internet yok...

Hiç uğraşma Çin (kendileri devlet kapitalizmi ile yönetilmektedir) örneği vereceğim diye. Gel bak bizim burada Binali Yıldırım diye bir adam var, öyle güzel yapıyor ki bu işleri. Bütün siteler kapalı. Biz sana onu bedelsiz verelim, maaşını da biz ödeyelim buradan, o senin için interneti yasaklasın tüm dostlarına.

Ulan biz burada Youtube'a gireceğiz ve U2 dinleyeceğiz diye; DNS numarası yok püsür denemekten hepimiz değme hackerlara taş çıkartır olduk, şimdi sen internetimizi takip ettireceksin... 6 Eylül'de senin konserine gelirsem, aha buraya yazıyorum, gelirsem en terbiyesizin çocuğu olayım sayın Bonocan. Sinirlendirdin beni ya, dışarıda fırtına var zaten...

Orjinal iki üç tane U2 cd'si vardı evde, şimdi evdeki İrlanda viskisini üzerilerine döküp yakacağım cdleri. Hey Bono'ya bak sen ya... İki güne "Beni yanlış anladınız" dersen şart olsun terlikle bekliyorum seni Taksim'de...

3 Ocak 2010 Pazar

Kar

Karanlık...
Ne bir ses ne bir ışık

Aşkı düşünmeyi bırakırsan
Ölümü düşünürsün
Ölümü bırakırsan
Karanlıkta bir ışık...

Baharı bekleyip
Açacak lalelerin tezahürü ile
Olursan biraz daha şık
Belki aynı lalenin hayali ile
Karanlıkta yine bir ışık...

2 Ocak 2010 Cumartesi

2010 Ön İzleme

2009 bitti.
Sanki şartmış gibi, sanki olmazsa olmazıymış gibi içerek, hem de ağırlığımızca içerek yeni yılı karşıladık.
Yani hani Şükran Gününde Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları tutup hindi yiyorlar ve bu bir gelenek ya, sanki biz de yıl başlarında içmek zorundayız.

2010 mide bulantısı ve baş ağrısıyla geldi yani anlayacağınız. Hemen hepimiz için böyle olmuştur. Şimdi 2010 yılında neler olabileceğini tahmin edelim. Yine bir çok ajansın, haber merkezinin ve sitenin yapacağı bir şey. Hatta bunları bir de astroloji ile süslüyorlar ki tadından yenmiyor...
Biz metafiziksel ortamlardan uzaklaşalım, 2010'da neler olabilir, bizi neler bekler onlara bir bakmaya çalışalım.

BARCELONA ARTIK ANLAŞILACAK

Gelene 6 at, gidene 5 çak, topu karşı takıma gösterme, basket oynar gibi futbol oyna...
Basketbolda da topu böyle oynayacak takımlar olabileceği ve maçın seyir zevkini düşüreceği için hem 10 saniye hem de 24 saniye kuralı koymuş adamlar. Futbolda bu kuralın bu sene çıkmasını bekliyorum.
Oldu efendim. Xavi topu alıp gidecek soldan Messi koşarken dur ben bir geri döneyim diyecek. Messi bu arada geri dönecek. Puyol aldığı topu Valdes ile paylaşacak, bu arada Iniesta biraz koşacak falan... Karşı takımın bir anlık konsantrasyon eksikliği de Ibrahimovic'e yarayacak... Biz televizyon karşısındakiler de "Bu adamların oynadığı şey futbol değil abi" diye tebrik edeceğiz. Futbol değil tabi.

2010 GÜNEY AFRİKA

Spordan başladık, spordan devam edelim...
Futbolseverin ramazan ayı başlıyacak. bu bir öngörü değil tabi ki.11 Haziran saat 16.00'da televizyonlarımızın karşısında olacağız elbette.

Dediğimiz gibi bu bir öngörü değil ama biz öngörümüzü bildirelim...
Kupa Afrika'da kalmaz... Vakti zamanında Afrikalı zenciler gibi Amerika kıtasına da taşınmaz... Kupa Cebelitarık'ı geçer Avrupa'ya gider. Tahminlerimi merak edenler için üç adet takım vereyim kendimden (sizler de yazın ama):
Hollanda
İngiltere
İspanya (sıralama alfabetiktir)

Gönlüm tabi ki her Kupa Amerika'da ve Dünya kupasında gönülden desteklediğim takım olan Meksika'dan yana. 2006'da bir türlü sevemediğim Arjantin'e elenmiştik, bu sene açılış maçını biz yapıyoruz, göstereceğiz ev sahibine Aztek gücünü... Toltek de olur.

Grupları da yazalım tam olsun bari:
A: Güney Afrika, Meksika, Uruguay, Fransa
B: Arjantin, Nijerya, Güney Kore, Yunanistan
C: İngiltere, ABD, Cezayir, Slovenya
D: Almanya, Avustralya, Sırbistan, Gana
E: Hollanda, Danimarka, Japonya, Kamerun
F: İtalya, Paraguay, Yeni Zelanda, Slovakya
G: Brezilya, Kuzey Kore, Fildişi Sahili, Portekiz
H: İspanya, İsviçre, Honduras, Şili

Merakla beklediğim ve gruplardan çıkılması halinde olmasını çok istediğim eşleşmeler var ki bu maçlar tadından yenmez. Artık bu maçları izlerken ne sosyopolitik sohbetler yaparız kim bilir?

Fransa-Cezayir
Güney Kore-Kuzey Kore
A.B.D.-Honduras (ki buraya A.B.D.-Kuzey Kore'yi de yazabiliriz)

Bu arada zaten Kuzey kore o gruptan çıkarsa Güney Kore gitsin Kim Jong'un elini öpsün bir zahmet...

KÜRT AÇILIMI
2010 yılında BDP ile süreceğini düşündüğüm açılım biraz daha zahmetli bir pozisyona girebilir hükümet için. Sonuçta DTP'yi kapatmak (tekrar ve yeniden) bir uyarı niteliğinde olabilir fakat her ne kadar Osman Baydemir kabul etmese de bu partinin de için de bazı klikler var. Bu durum açılımı kimi zamanlarda yaralayabilir. gönlüm açılımın, elbette, hedefine ulaşmasından yana. Bir de tabi AKP açılımın mahiyetini ve açılımın tam olarak ne olduğunu açıklarsa 2010 gerçekten güzel bir yıl olabilir hepimiz için.

HÜLYA AVŞAR AKADEMİSYEN OLACAK
Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi'nde entellektüelliğin bacaklarındaki kıllarla bir orantısı olduğunu savunan ve "Ben entellektüelim ama ayda bir ağda yapmam" diyen Hülya Avşar'ın özel bir üniversiteye akademisyen olarak atanmasını bekliyorum. Bunun için ayrılmış misafir öğretim üyesi kadroları var...

PAŞASININ BAŞBAKANI
Geçenlerde Balkır'la 2010 yılının "en"lerini tartışırken "En Skandal Manşet" başlığında Taraf gazetesinin attığı "Paşasının Başbakanı"nı belirlemiştik. Hiç süphesiz ki; Taraf gazetesinin, haksız, "hükümet yanlısı" eleştirilerine verdiği güzel cevaptı bu başlık.
2009'un son günlernde Kozmik Oda aranırken, TSK, kendi deyimiyle, yıpratılmaya çalışılırken, darbe günlükleri ve ıslak imzalar havalarda uçuşurken Taraf gazetesi bir kaç büyük manşete daha imza atacak. Bundan eminim. Bekliyorum, evet...

KAYSERİSPOR VE BURSASPOR
Üzgünüm sayın Anadolu Kulübü severler... Ama bu iki takım 2010 yılında şampiyon olamayacak... Dört büyüklerden bir kulübü tutup şampiyonluk yarışında ağır yara aldıktan sonra "Bari anadoludan bir şampiyon çıksın" diyerek belirli dönüş emareleri gösteren bazı taraftarlar için ise iki kere üzülüyorum. Daha önceki örneklerde de gördüğümüz gibi (Vestel manisa, Sivasspor, Trabzonspor) naklen yayın ücretlerinin dengesiz dağıtıldığı ülkemizde anadoludan bir şampiyon çıkmas olasılığı neredeyse %0...

NAKLEN YAYIN İHALESİ
Federasyon ve Kulüpler Birliği 3 platformu bu sene masaya yatıracak.
Digiturk, D-Smart ve Türk Telekom (TRT adına) kıyasıya rekabet edip bizim futbolu nerede izleyeceğimize karar verecekler. Ne olursa olsun maçlar yine şifreli olacak. Off the record aldığım duyumlar arasında Türk Telekom'un ihaleyi alacağı yönünde sonuçlar var. Daha önce Aceto Balsamico'da Bülent Bey yazmıştı diğer ülkelerde naklen yayın ihalesinin nasıl olduğunu; anlatmaya gerek görmüyorum ama yine bizim ülkemizde öyle olmayacak ve biz gene bol reklamlı, saçmasapan spikerli, saçma sapan spor yorumculu sadece maç izleyeceğiz. İnternet, 3G, maç sonrası gibi seçeneklerimiz olmayacak ve sadece 4 büyüklerin maçlarını izlemek zorunda kalacağız.

İNAN TEMELKURAN SİNEMAYA GİDECEK
"Son zamanlarda şöyle bir şey oldu, evet; Nuri Bilge’yle başlayan bir, çok görsel... Çok görsel dediğim çok fazla görselliği yok içersinde, Uzak filmini izliyorsun, çok b.k gibi görüntüsü var."

Evet bu sözler geride bıraktığımız senede Tuğba Tekerek'in Taraf gazetesi için İnan Temelkuran ile yaptığı söyleşide genç yönetmenin söyledikleri.
Sayın İnan Temelkuran Uzak'ı sinema çekimi, korsan VCD'den izlediği için görsel b.kluğa düşmüş olabilir. Bu sene kendisinin sinemaya gideceğinden eminim. Herhangi bir yerde Uzak filminin tekrar gösterimine denk gelirse, High Definition bir TV bile olabilir mesela, halk huzuruna çıkıp "Arkadaşlar ben bir kötü söz söylemişim, hepinizden özür dilemek istiyorum" diyeceğinden neredeyse emin gibiyim.