30 Aralık 2009 Çarşamba

Yükümün Yolculuğu

Sırtımdaki ağırlık gittikçe artıyordu, büyük dedemin aktardan alıp evin sahanlığına koyduğu ve nazardan sakladığı rivayet edilen sıvı metal gibi ağır artık sırtıma bağladığım bohçam. Büyük dedem o cam tüpü kırdığımda neredeyse beni evden kovuyordu, bense onun azarlarını dinlerken gözlerimi yere dikmiştim; utancımdan değil de dökülen sıvı metalin göz kamaştırıcı güzelliğini izliyordum yerde...

Sırtımdaki bohça gittikçe ağırlaşıyor.

Balat'tan Eyüp'ün sırtlarına doğru inerken artık atımı terk ettim. Bayırı inerken sırtımdaki bohçanın daha fazla sallanıp taşıdığım değerli emanetin ziyan olmasını istemiyordum.Atımı külhanların takıldığı bir meyhaneye bağlayıp, oradaki kıpti çocuğa da atıma göz kulak olması için bir kaç akçe verip uzaklaştım. Yürümek zor... Yolun kenarındaki lale tarhlarına fazla dalıp gitmeden, yoluma bakıyordum. Taşıdığım yükün manevi ağırlığı karşısında zaten dimağım allak bullak olmuştu.

Eyüp semtine geldiğimde bir Rumun, sarayın özel izniyle açtığı ve içinde aklını oynatmış zavallılara deney yaptığı efsane gelen bimarhanenin önünden geçtim. Paşa babamın da sürekli anlattığı gibi buralar hayli tehlikeli yerlerdi. Rum doktorun, ki doktor olduğu sadece rivayet ediliyor kimisi de frenk ellerinden getirdiği uyuşturucularla, aşkın, kederin elinden aklını oynatmış zavallı hastaları iyi etmeye çalıştığını söylüyordu. Bu bimarhaneye ta Nemçe'lerden, Acem ellerinden, Lehistan'dan bile artık derdi devası kalmayan, nice büyücülere, nice hekimlere gitmiş hastaların yakınlarının artık atılacaksa atılsın, ölecekse de burada ölsün, belki iyi olur diye hastalarını getirip bıraktıkları söyleniyordu. Hal böyle olunca da hem kaçan hastaların çevreye yayılması ile hasıl olan tehlike hem de bu hastaların yakınlarını artık bulacak mededi kalmadığı için bir de etrafa bakalım demelerini hemen değerli hale getirip onların bu acı hallerini maddiyata dönüştürmeye çalışan, buralarda dükkan açmış nice dolandırıcının simya, büyü, sihir evlerinin önünde biriken kişilerin tehlikeleri vardı bu mahallede. Yokuştan aşağı inerken sırtımdaki tüyler iyice kalktı. Önce hızlı yürümekten dolayı adeta at gibi terlemiş bedenimin bir oyunu zannettim bu durumu ama sonra anladım ki hep o efsanelere konu olmuş Macar büyücünün evine yaklaşmıştım. Zihnimin bana küçük oyunu bir kez daha başlamıştı...

Dersaadet'e yeni gelen ve Bulgar Andre'nin işlettiği meyhanede keman çalan kızıl saçlı frenk karının karşılığını veren levendlerle halvet olup olmadığından tutun da, padişah hazretlerinin yeniçeriler tarafından hal edilip edilmeyeceğine kadar, ulemanın şeriat elden gidiyor diye bağırmasının ardında yatan sebeplerden tutun da Çengel Köyünün üzerindeki sırtlarda oturup millete sattığı afyonlarla, esrarlarla zengin olup sonradan padişah efendimizin hazinesine binlerce altın bağışlamak suretiyle oğlunu vezir yapmış bir elekçi divanesinin dedikodularına kadar her şeye rastlayabileceğiniz kahvehanelerde, göbeğini kaşıya kaşıya tömbekisini ciğerlerine kadar çeken kel adamların konuşup durduğu, küçük çocukları korkutmak için de anlatılan hikayelerden biri de bu Macar büyücü hakkındaydı...

Komşularına göre biraz daha yüksekte kaldığından şimal rüzgarlarını yiye yiye iyice viraneye dönmüş evinin penceresinden beline kadar sarkmış, tas kebabını yemekten iyice yağlanmış göbeği acımasın diye de altına bir kırlent koyup oturan bu Macar büyücü sokağından gelene geçene bakar, onların ne taşıdığını sadece kafalarının üstünü görse dahi şıp diye anlarmış. Kiminin Allah vergisi bir hediye olduğu söylenen bu yeteneğin, kimine göre de kaynağı bu Macar adamın vakt-i zamanında Romanya civarında vampirleriyle nam salmış, Transilvanya topraklarında dolaşırken maruz kaldığı bir büyü imiş.

Her neyse ne olsun fakat bu adamın, bu şeytanın askeri olduğu söylenen bu adamın gördüğü kafaların altında ne düşündüğünü, gizli saklı değerli hangi bilgiyi taşıdığından tutunda, terkisinde, bohçasında elmas, zümrüt, altın yahut değerli kağıt parçaları taşıyıp taşımadığına kadar her şeyi gören bir üçüncü gözü varmış. Kıymetli bir yük taşıdığına kanaat getirdiği ademoğullarını bir yolunu bulup yukarıya o viranesine getirtirmiş. Kim bilir; gençleri güzel kızlarla kandırır, kadınları da uzun ve biçimli zekeriyle aldatırmış yukarıya çağırmak için. Bir gonca memeye, iki çift elmas gibi parlayan göze ve onu öpecek kıymetli hattatların çizdiği gibi dudaklara hasret gençler, babasının dayağından, kaynanasının dırdırından ve gerdeğinden beridir ateşini söndürememiş kocasından bıkmış ve zekerinin güzelliğine aldanan kadınlar koşup çıkarlarmış viranenin tepesine ve ellerinde ya da dimağlarında ne varsa kaybedip yitirirler, o vaat edilen hiç bir şeyi de alamadan hatta biraz da akıllarını kaybedip çıkarlarmış. Belki de gidecekleri bir sonraki ev az önce geride kalan Rum'un işlettiği bimarhane olurmuş...

Yükümün değerli olduğunu bildiğimden, iyice korkmaya, aklıma mukayyet olamamaya başladım. ne olursa olsun bu bohçadaki değerli yüküm Büyük Dayım Mustafa Paşa'ya ulaştırılmalıydı.

Gözümün önüne uçsuz bucaksız bir çölü, çölde yalnız başıma divane olduğumu getirerek ve yükümün pahası ile ilgili her şeyi dimağımdan çıkartarak yürümeye başladım. Viranenin önünden geçerken beynime saplanan bıçakların şiddetini hissedebiliyordum... Tek tek saplanan ve azap veren binlerce ince uçlu piç kılıcının beynimin kıvrımlarına girip girip çıktığını hissediyordum. Gözlerimde daha fazla tutamadığım ve boşalan yaşlar artık kıpkırmızıydı. Kan ağlıyor, bir yandan başımı tutuyor, bu cehennem azabının sonlanması için bildiğim tüm duaları Cenab-ül Rabbül Alemime yakarıyordum...

Tam o sırada bir mucize oldu. Anamın dediği gibi içimde hiç kötülük taşımadığımdan mı yoksa çok küçükken komşunun kızının süt gibi bacaklarına bakmak için onunla ağacın altında yatarken gelen yılanı Allahın bana verdiği güçle o kızı sokamadan boğduğum için, kızın ettiği binlerce duadan mıdır bilinmez bir mucize hasıl oluverdi ben artık ölüp bu dünyadan göçmek üzereyken. Sarhoş sarhoş naralar atarak, kollarına kıstırdıkları fahişeler bir ellerinde, öbür ellerinde şarap testileri dolaşan bir grup levend kılıklı adam hasıl oldu sokağın başından. ayaklarının altındaki taşları bile ağlatan vücutlarıyla gemici dövmelerini göstere göstere, küfürler, naralar ata ata, frenk dilinde şarkılar söyleye söyleye sokağı yarmaya başladılar. Dün Saray Burnu açıklarına demirleyen kocaman Venedik kalyonunun gemicileriydiler herhalde. Her kimseler Allah onlardan razı olsun, herhalde kalabalığın yarattığı karışıklıktan olacak ben beynime saplanmış çelik kılıçların bir bir çıkıp gittiğini hissettim.

Bacaklarıma yeni bir güç gelmiş, yeniden doğmuştum. Bohçama, o değerli yüküme sarılarak halicin kenarından Feshane'ye doğru koşmaya başladım. Oradan kalkan üç çiftli, beş çiftli sandallara binip Galata tarafına geçecektim. yolculuğumun bundan sonrası kolaydı.

Sandala atladığımda hemen yerime oturup, bohçamı sıkıca kucağıma aldım, bir annenin bebeğini korumak istemesi gibi üzerine yattım. karşı kıyıya geçmek için ödenmesi gereken 4 akçelik ücreti öderken bir gözünün sadece akı kalmış, bir bacağını da kim bilir hangi kazada topal etmiş sandalcı, şaraptan ve tömbekiden kısılmış sesiyle bana "Oğul oğul, taşıdığın yük ne denli değerliyse sen de o kadar değerli, sen de o kadar büyüksündür. Yükünün değerini bildiğin gibi kendi büyüklüğünü de bil, başını dik tut, bununla övün, Cenab-ı Allah sana daima yardım edecektir. Sen akşamları bir testi şarabını iç, güzel avratlara hallen ama sabah Apollon gözlerini açar açmaz yüküne, taşıdığın pahaya geri dön, ama gururundan sabahında da akşamında da vazgeçme." dedi, kör gözünü kırpıp gevrek gevrek güldü.


Galata bayırını tırmanırken artık daha mağrurdum...

Büyük Dayım Mustafa Paşa'nın evine vardığımda kapıyı Büyük Dayım açtı; bohçamı açıp anamın özenle paketlediği aşureyi çıkardım. "Buyur Dayıbey, afiyetle yiyiniz"dedim.

Büyük Dayım "Beyzade, gir de iki soluklan hele" dediyse de ben onun elini öptüm, haremine başımla selam verip attım kendimi sokaklara... Galata'nın meyhanelerine gidip biraz sandalcının dediğini yapmaya, biraz gururlu olmaya...




Ne Tolkien'in Yüzük Taşıyıcıları, ne David Eddings'in Silmarilion'u ne Ursula'nın saklanması gereken isimleri... hiç bir şeyi bir yerden bir yere götürmek şu aşure kadar zor olmamıştır arkadaş.


Siz siz olun bir büyüğünüz evde aşure yapıyorsa, hele bitmek üzereyse bir yolunu bulup hızla uzaklaşın oradan. Onu dağıtmak görevi size düşerse şayet hızla kaçın oradan, ardınıza dahi bakmadan kaçın. Kutsal emanet... Sanki Enigma'yı talıyoruz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder