8 Ocak 2010 Cuma

İkizlere Takke

Her çocuk küçüklüğünde, büyüyünce onu seri katil adayı yapacak, hırsız olmasını sağlayacak, futbol maçına gidip elindeki su şişesini sahaya fırlatmasına sebep olacak çeşitli travmalar yaşamıştır.

Benim bir çok var. Sanırım işlerin böyle olmasına sebep küçüklükte geçirdiğim travmalar. Örneğin Clementine, örneğin Turgut Özal (aslında Semra Hanım biraz daha travmatikti bende), keza Grup Vitamin ve hatta Cenk Koray'ın sunduğu Telekutu. Hatta bir ara Telekutu ve Evet-Hayır yarışması aynı program içindeydi de ben Pazar akşamları hem Erkan Yolaç'ı hem de Cenk Koray'ı rüyamda beni kovalarlarken görürdüm, Bir yandan Cenk Koray "Kutunuzu açayım mı?" diye soruyor, ben ona "Evet!" derken Erkan Yolaç arkasında Mehteran Bölüğü ile zıp zıp zıplıyordu. Bana ödül olarak Malatya'dan bir seyircinin gönderdiği kayısı kurularını yolluyorlar ve ben kan ve ter içinde uyanıyordum. 21 yaşına kadar annemle babamın arasında yattım. En sonunda boşandı yazık bizimkiler. Neyse bu bahisleri sonra işleyebiliriz elbette ama bugün gerçekten beni derinden etkilemiş bir travmadan bahsedeceğiz. İkizlere Takke.

Daha önce bahsi geçmiştir. 87 sezonuna kadar Denizlispor'da oynadım. Yani 4. sınıfa kadar Denizli'de yaşamıştık. Denizli'nin en güzel tarafı Antalya'ya dönmekti benim için, yazları hep Antalya'daydık. Antalya yazları, gündüz deniz ya da futbol, gece vandallıkla geçtiği için bulunmaz bir şeydi benim için. Fakat her yaz tatilinin dönüşünde tekrar Denizli'ye varmak gerçek bir işkenceydi. Bilenler bilir, küçük bir kent Denizli. Apartmanlar birbirine yakın, park bahçe yok, zaten hayli soğuk bir yer. Öyle her istediğin zaman dışarı çıkıp oynayamazsın. Ben de evde kudurmaktan başka bir şey yapmıyorum. Ne zaman dışarı çıkıp bir inşaatın bahçesinde oynamaya gitsem ya tetanos aşısı olmak için ya da yarılan yerlerimize dikiş attırmak için hastanelere koşturuyoruz. Yani anneciğim yazık, beni iki dakika yalnız bırakamaz olmuş. Nereye gitse beni peşine takmak durumunda. İşte bu günlerden birinde annem, ben okuldan eve gelip ayakkabılarımı çıkartmadan "Yürü pazara gidiyoruz" dedi.

Pazar yolu zevkli, kah milletin keline bakıyorum, kah dükkanların vitrinlerine tekme atıyorum derken pazara ulaşıyoruz. Pazar daha da neşeli, yere saçılmış nebatatın üzerine basmalar, bağıran amcaları taklit etmeye çalışmalar, annemin elleri dolu olduğu için alamadığı para üstlerini cebe indirmeler falan derken neşeli bir ortam yaratmışım kendi kendime.

Derken o sahneyle karşılaşıyorum.

Bir adam, ama adam dediğime bakmayın; orta yaşın üzerinde, kel, bıyık sakal birbirine karışmış, sarıdan kahverengiye degradeli dişler ve abartmıyorum benim kadar bir göbek...
Bu tasviri imkansız amca tezgahın üzerine çıkmış, avazı çıktığı kadar bağırıyor; "İkizlere Takke!!" diye. Önce sesle irkilip başımı o yöne çevirmem, ardından önce adamla ardından da o unutamayacağım, bırakın beynimin kıvrımlarını tüm sinapslarıma işlemiş olan görüntüyle karşılaşmam. Çünkü efendim, bu adam kahverengi gömleğinin üzerine 3 tane birbirinden farklı renkte sutyen takmıştı. Krem rengi, beyaz ve siyah renkteki bu sutyenleri ancak şöyle tarif edebilirim...

Turgut Özal serbest piyasa ekonomisini yeni yeni canlandırmaya çalıştığı için ithal mallar daha ülkemize girmek üzereydi o zamanlar. Bizim ithalat ve ihracatçılarımız ilk teşvik kredilerini hayali ihracatlar ve ithalatlarla harcayıp boş konteynırlar getirip götürdükleri için henüz Victoria Secret koleksiyonu çarşı pazarlarımızda yer etmemişti. Öyle değil mi efendim? Önce dışarıdan mal gelir, sonra Mahmutpaşa ve Nuruosmaniye civarında onların taklitleri yapılır ve pazara düşer. Düşünün artık o sutyenlerin Denizli'ye varmasına ne kadar daha var. Yani uzun lafın kısası sutyenler bildiğiniz büyükanne modeli. Yani işi birazcık erotik şova dönüştürüp, yeni başlayan erkekliğimizi bizimle tanıştıracak hiç bir olgu yok ortada.

Annem de o yöne doğru seyirtmez mi? Seyirtir. Konu iç giyim olunca bir kadını mekandan uzaklaştırmanın tek yöntemi bugünkü kreasyonlar arasında o sutyenleri ortaya çıkarmak.

Annemle birlikte sutyen tezgahının başında durduk,yaşlı ve orta yaşlı kadınların arasında annemi bekliyorum ben. Sutyenler havalarda uçuşuyor. Bir kadın elindekini beğenmiyor, atıyor onu bir yenisini arıyor o sutyen mezarlığının içinde, biri elindeki beyaz dantelli şeyi sallayıp "Bunun 85-C'si var mı?" diye soruyor, bir diğeri annemin aldığı sutyeni çok beğenmiş olmalı ki, bir yandan onu almaya çalışıp öte yandan anneme "Komşu bunu nereden aldın, bak bu pek güzelmiş" diyor ve gerçekten kavga eden, bir yandan da sutyenleri birbirlerine doğru fırlatan kadınlar bir arbede oluşturuyor. Tekrarlıyorum, ortamda erotizmin herhangi bir düzeyi varsa şu klavyenin başından kalkmak nasip olmasın... (bu durumu benden başka yaşamış olanlar varsa cinsel problemlerimizi de karşılaştıralım, hemen hemen aynı çıkmazsa adımı değiştiririm)

Bir yandan havada uçuşan sutyenleri incelerken diğer yandan gözüm sürekli üst üste sutyen takmış olan amcaya takılıyor. Adam mütemadiyen "İkizlere takke" diye bağırıyor. Ben bir yandan "İkizler ne? Takke kafaya takılmaz mı? Ben neredeyim? Ekzotermik reaksiyon hangisiydi?" diye düşünürken bir yandan da adamı izliyorum ve o görüntü benim beynimde öyle bir yer ediyor ki...

Öyle bir yer ediyor ki; ben akşam yemek yerken yemeğimi bitirip masadan kalkıyorum. Annemin aldığı ve henüz dağıtmadığı pazar poşetleri arasından sutyenleri buluyorum ve gömleğimin üzerine takıp mutfağa doğru koşuyorum. Babam bana bakıyor, kafasını ellerinin arasına alıyor, bir müddet "of"luyor, daha sonra buzdolabına gidip kendine esaslı bir rakı hazırlıyor, bitmemiş fasulyesini ittirip yerine bir parça peynir koyuyor ve anneme "Emsal bu çocuğu nereye götürüyorsun Allah aşkına, bu çocuk homoseksüel olacak yemin ediyorum sana!" diyor ve bardağın yarısını içiyor anında...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder